Otostopçunun Galaksi Rehberi



Çoğu kişinin bildiği ve hayranı oldugu bir seriden gec de olsa bahsediyorum.
aslında tam olarak nereden başlayacagımı bilemiyorum.
5+1 kitaplık bir seri ve ayrıca bir de yetersiz ama komik buldugum bir filmi var.
espirilerine, olaylara yaklasımına ve kitapta yer alan karakterlerine kadar hayran kaldıgım bir kitap. bu yüzden de Douglas Adams a hayranım. toprağı bol olsun, huzur içinde uyusun.

kitap hakkında fazla bilgi için buradan buyrun

ve film hakkında da minik bir iki bilgi ve fotograf için buradan buyrun

ayrıca belki bu da ilginizi çekebilir



kitabın en ilgi çekici ve en cok sevip kendimi yakın hissettiğim karalteri ise Robot bir karakter olan Marvin. kesinlikle durup durup kitapta en çok güldüğüm bölümlerde marvinin olaylara yaklaşımları oldu.



Kitabı okumaya vaktim yok derseniz bir çok espiriyi kaçırırsınız ama tabi sizin bileceğinizdir diyip filmi izlemenizi de tavsiye ederim fakat kesinlikle ciddi bir kitap yada film beklemeyin. başından sonuna kadar en absürd espiriler ile evren ve tüm hayat ve tüm bildiklerimiz hakkında dalgasını gecen bir senaryo ile karşılacaksınızdır.





Ayrıca Douglas Adams'ın buradan ve buradan kitaplarında ettiği cümlelerden bir seçmece bulabilirsiniz.

Dost canlısı bir şekilde "dont panic" yazısı ile sizi karşılayacak kitap yada filmin sonunda gülümsüyor olacagınızı düşünüyorum.
Ve marvin in dediği gibi: gezegen kadar kocaman bir beynim var ve bana verdikleri şu işlere bakın. hayat cidden zor.




.
fotograflar tabiki de bana ait değiller.

Ateşi Yakalamak -Açlık Oyunları İkinci Kitap-




bir heyecan bir mutluluk ile başladıgım kitabı az önce okuyup bitirdim. -ikinci kitabın sonu- yazısını gördüm. lakin şuan ne bir alevli merak ne de başka birşey hissetmiyorum. sanırım pek bir yorgun oldugum için olabilir.
son kalan kısımı akşam fsm köprüsü çıkışında olan kaza nedeniyle sıkışan trafikte okudum diyebilirim. son kalan 5-6 sayfayı evde biraz önce tamamladım ama dediğim gibi kitabın sonu pek bir sönük mü kalmış yada insanoğlu olarak bu tür sonlara doyduk mu nedir bilemedim. yani bazı kısımlar o kadar tanıdık ve tatsız geldi ki...
neyse kalkıp kitabın sonunu anlatacak değilim.

ikinci kitap nedense birinci kitabın yanında bence sönük kalmış. yada o zaman ki ruh halimle şimdiki arasında fark var. bilemiyorum. belki de birinci kitap giriş kısmı idi ve hep bir sürü olaylar olur hani ve gelişme pek bir sıkıcıdır. işte bu ikinci kitap da bu sıkıcılığın azizliğine uğramış olabilir. tabi ikinci kitabın sonu için diyorum. kitabın sonu biraz hani klişe olmuş derler ya öyle bence.

ama kitap kesinlikle yormuyor. yani hergün akşam eve dönerken okudum ve bir kere bile basım beynim kaldırmıyor, burada ne diyor acaba demedim.

birinci kitapta oldugu gibi baş kahramanlarımıza bu kitapta eski dostlarının yanı sıra yeni arkadaşları da eşlik ediyor. beklenmedik olaylar ve adaletsiz dünyanın oyunları onları içine alıyor. ve başlıyorlar mücadele vermeye.

ikinci kitapta bir kere daha gördüm ki yazar cidden çok fazla derecede televizyondaki surviver tarzı yarışmaları izlemiş. ben de o tür yarışmaları hiç sevmem gerçi ya.
bir de nedense yazar bu sefer ikinci kitabında mad max havasından zerre kadar katamadığı için midir nedir pek de ilgimi çekmedi diyebilirim.
o zaman kısmet üçüncü kitaba...
ve karışık anlatımım için kusuruma bakmayın. zihnimi toparlayamadım.
haftasonu kitap fuarında belki görüşürüz.

Edgar Allan Poe



Bu aralar yollarda, metrobüslerde gecirdiğim zamanlarda okuduğum kitap Açlık Oyunları dışında bir de uyumadan önce çerezlik niyetine okudugum ilginç bir kitap daha var.
aslında neresi ilginç derseniz pek bir fikrim yok. yani sanırım çizgi romanlara yeniden mi ilgi çekmeye çalışmışlar yoksa neil gaiman ın sandmanın gördüğü ilgiden mi yola çıkmışlar yoksa bir sevap işleyelim de klasikleri çizgi roman haline getirip farklı bir uyarlama ile insanlara bir farklılık mı yapalım demişler bilemiyorum. ama sonuç olarak ilgimi çekti ve kiabı satın alıvermiştim.

tek bir çizerin elinden çıkma bir kitap değil. her hikaye için ayrı bir çizer yada birçok çizer tarafından kaleme alınıp herkesin kendi tarzında bize sunulmuş bir kitap. bazı hikayeleri uyarlanmış.




tabiki de kuzgun'a ayrı bir ilgi ve özen gösterilmiş. onun için 10 farklı çizer kalem tutmuş, kendi tarzlarında çizimler yapmışlar. ve hepsinin de yorumu farklı olmuş. iyi de olmuş hani. farklılıklar ve çeşit hoşuma gitmiştir her zaman.

yalnız bir de şu var ki bazı çizimler tabiki de zevkime uygun değillerdi. o yüzden elbetteki bazı hikayelerdeki çizimleri begenirken kimilerini de hikayelere uygun bulamadım bir türlü. herneyse. aslında çok da fazla anlatılacak birşey yok yani. edgar allan poe hikayeleri var içinde ki çoğu kişi e.a.poe yu biliyordur.




"Klasik, herkesin okumuş olmayı istediği, ama kimsenin okumak istemediği şeydir."
Mark Twain.

Çavdar Tarlasında Çocuklar




Yıllar yıllar önce bir sevdiceğim vardı. gerçekten onu sevmiştim aslında ki hala da severim ama olmadı işte. herneyse konu benim ilişkim değil. o sevdiceğim ki ismi Mehmet Fatih'dir, bana önerdiği birçok kitaptan nedense sadece Çavdar Tarlasında Çocuklar isimli kitap daha çok aklımda yer etmiştir. yıllar boyunca kitapçılarda olsun kitap fuarlarında olsun kitabı görüp satın almaya yeltensem de bir türlü olmadı işte. gecenlerde arkadaşım Hülya ile buluşmaya diye evden çıkma lütfünde bulunduğumda onu beklerken kitapçıya uğradım ve kitaplara bakınmaya başladım. kitaplara bakınırken Açlık Oyunları'nın ikinci kitabını gördüm. şöyle bir uzandım da sonradan aklım başıma geldi de aldıgım kararı hatırlayıp hemen o raftan uzaklaştım. (bugün birazcık konuşasım var sanırım ki uzattıkça uzatma meğilindeyim. kusuruma bakmayın.) kitapçıda gerilere doğru gittiğim zaman tam bana göre bir raf buldum. o kadar çok popüler olmamış ama ciddi anlamda bir maden olduğuna inandığım bir rafın karşısında duruyordum. bir kitap beğenmiştim ve çıkmaya hazırlanıyordum ki orada sarı sarı parlayan bu zevksiz kitap kapağı tasarımına sahip Çavdar Tarlasında Çoçuklar isimli kitap gözüme battı -pardon çarptı. Fatih'i hatırlayıvermiştim. ne kadar çok beğendiğini anlatışını falan. belki de artık kitabı almalıyım diyip kitabı satın aldım.
kitap zaten çok uzun uzadıya anlatılan bir konuya sahip değil. ağır bir dili de yok. belki bir ara canım sıkılır gibi olmuştu yani karakterimiz öyle heyecanlı olaylar yaşamıyor. Holden isimli 16 yaşındaki karakterimizin okuldan atıldığını öğrendikten sonra Noele 3gün kalan sürede ailesinin yanına gidene kadar başından geçen olayları kendi ağzından ve kendi bakış açısından okuyoruz. yani eğrisi yada doğrusu ile desem daha doğru olur sanırım. sonuçta ergenlik dönemindeki büyüklere ve yetişkin olmaya özenen, küfürü ağzından eksik etmeyen bir erkek çocugunun düşünceleri bunlar. tabi ki de yazar bunu çok iyi bir şekilde yanıstmış demeliyim. kitapta Holden'in arkadaşlarına olan yorumu, okuluna ve öğretmenlerine olan yorumu, ailesine olan yorumu, kız arkadaşları ve kızlar hakkındaki genel yorumu, yaşadığı şehir New York ve parklarındaki havuzun içinde yaşayan ördeklere olan yorumu, New York'un küçük barları ve oraya daha minik yerlerden gelip de bir ünlü aktör görür müyüz ümidini taşıyan kızlara olan yorumu, daha lüks yerlerdeki zengin insanlara olan yorumu, rahibeler hakkındaki yorumu, küçük çocuklar ve ilkokul koridorları hakkındaki yorumu ve çok sevdiği küçük kız kardeşi hakkındaki yorumlarını okuyoruz.
güzel bir kitaptı ama heyecan verici bir yanı yoktu desem umarım haksızlık yapmamış olurum. yine de farklı bir tadı vardı. mesala kız kardeşinin okuluna gittiğinde koridorların sanki geceden birisi işemiş de sabah da temizlik amaçlı silindiğinde kokunun daha beter olarak etrafa yayılmışçasına kokmasından bahsettiğinde evet dedim benim de zamanımda okulumuzun koridorları böyle berbat kokardı gibi bazı anılarımı canlandırdı hani.
herneyse çok konuştum.


fotoğrafı bu blogdan aşırdım buradan.

"Pek çok insanın hakkında konuştuğum için üzgünüm. Bildiğim tek şey; size anlattığım herkesi biraz özlüyorum. Bizim Stradlater'ı ve Ackley'i bile, sözgelimi. Sanırım o lanet Maurice'i bile özlüyorum. Sakın kimseye bir şey anlatmayın. Herkesi özlemeye başlıyorsunuz sonra."

Çavdar Tarlasında Çocuklar (Özgün adıyla: The Catcher in the Rye)
J. D. Salinger.

Açlık Oyunları -Birinci Kitap-



Suzanne Colins'in Açlık Oyunları serisinden birinci kitabını yazın girdiğim kitap koması sırasında tesadüfen kitapçıda görüp almıştım. Ve tabi vakti zamanında bir arkadaşımın tavsiyesi de bir anda aklıma geliverip bir de üstüne üstlük üstünde de "bestseller" yazısını görünce tereddütde bulunmadan hemen satın aldım.(Bu tip konularda çok safdirik olabiliyorum.)
Kitap hakkında hiçbir bilgim yoktu yani konusu nedir ne değildir... Kapağını açıp da kitabı okumaya başladığım zaman ilk kısımın başlığı HARAÇLAR olarak adlandırılmış. Yazar en başta bir takım ipuçları veriyor aslında. Katniss'in kalbine çok yakın bir karakter oldugundan ve bu kitabı yazarken etkilendiği etkenlerden bir sayfada kısaca bahsediyor. Çokça izlemiş olduğu Romalıların vakti zamanında idamları sosyal bir eğlenceye dönüştürme kabiliyetlerini dramatize eden gladyatör filmleri, çocukluğunda askeri uzman olan babasının onları tatillerde götürdüğü savaş alanları ve lise yıllarında bir kılıç dövüşü kumpanyasıyla çıktığı turnenin onda bıraktıgı izlerden söz ediyor.
Kitaba bu ön bilgilerle başlarken nedense geçmiş bir zamanda (ortadünya gibi bir yerde) geçiyordur diye düşünmüştüm fakat kitaba başladığım zaman fikrim tamamiyle değişti. Bu seferde illa da birşeylere benzetecek, bir zaman dilimine yerleştirmeye şartlanmış beynim sayesinde Mad Max (Çılgın Max) filmindeki gibi bir atmosfer düşünüverdim. Bir de bir türlü ismini hatırlayamadığım ve ortaokul zamanlarımdayken izlediğim bir filmi hatırladım ama televizyonda bir kere izlemiştim bir daha da gösterildiğini hiç görmediğim bir film aklıma gelivermişti. Alakasız olacak ama filmdeki konu şöyleydi: Geleceğin o pis ve kokuşmuş dünyasında herkesin susuz ama bol bol pisliğe sahip oldugu, zenginin çok zengin fakirin ise çok fakir oldugu bir zamanda bu zengin insanlar kendilerine eğlence olarak sokaklarda yaşayan fakir insanlardan genç olanlarından topluyorlardı diye hatırlıyorum. Belki de suç işlemiş olanlarında seçiyorlardır. Net hatırlamıyorum. Herneyse bu topladıkları elleri yüzleri kir içindeki dağınık saçlı aç ve yabani insanları bir sete topluyorlar. Bu seti öyle dizayn etmişler ki bildiğiniz savaş meydanı olacak şekilde ama bir sokak görünümünde. Gerisini anlamışsınızdır sanırım. Hayatta kalmayı başarana özgürlüğünü geri veriyorlar ama tabi hayatta kalabilirlerse... Zengin insanlar da bu görsel şovu her gece bir eğlence olarak izliyorlar. İşte kitabı da okumaya başlayıp da belli bir yere geldiğimde bunları düşünmeye başlamıştım ki eğer bu tip filmler hoşunuza gidiyorsa kitap da ilginizi çekebilecektir diye düşünüyorum. Yeri gelmişken söylemek isterim ki Mad Max serisini denk geldikçe hala oturup izlerim. Çünkü sonumuz öyle olacak. Çok az bir zaman sonra...
Velhasıl öyleydi böyleydi derken olayların heyecanı ve yazarın sizi yormayan anlatımı ile yazın deniz kenarına gidip de kitabı elimden bırakamadığım için güneş battıktan sonra "aaa deniz" diyip aklımda Katniss ve devamında onu nelerin beklediği ile ilgili tahminlerimle 2-3 gün geçirdim. Kitap bittiğinde ise çıldırmak üzereydim. Yazarın bu kadar gıcık olabileceğini tahmin edemezdim. Bunu nasıl yapar dedim durdum. Birinci kitabı öyle bir yerde bitirmişti ki çıldırmamak elde değildi. Özellikle de benim durumumda birisi için kaçınılmazdı. Şehir merkezine uzaklığımı geçin büyük bir şehirde değildim. Hatta şehir bile değil kasaba yakınlarındaydım. Orada birinci kitabı tesadüfen bulmuşum ki bir tane kalmıştı kitabın ağzı burnu kaymış hafif ıslanmış durumdaydı ama yine de almıştım. Bir de şimdi oraya gidip adama desem bunun ikinci kitabı var mı? diye muhtemelen yok diyecekti. Ama dayanamadım. Gece atladım arabaya gittim ve tahmin ettiğim sonuç: adamda ikinci kitabı yoktu. Resmen öylece kalakalmıştım. Tabii merakımdan kudura kudura bir iki gün geçirdim. Bu aralarda okuduğum başka kitaplar olduğu için ikinci kitabı almayı erteliyorum. Çünkü eminim sevgili yazar Suzanne Collins aynı gıcıklığını ikinci kitabın da sonunda yapacaktır düşücesiyle üçüncü kitabın da raflarda yerini almasını bekleyerek gün sayıyorum.
Katniss gibi olabilmek de isterdim demeden edemiyeceğim. = )

HURT

Bir şekilde albümlerinin edinilmesi ve tüm şarkılarının dinlenilmesi gerek diyorum. Başka da söze gerek yok bence aslında. Bir de bu adamlar ne tür müzik yapar, nasıldır ki derseniz öncelikle ruh halinizi kontrol edin bir. Çünkü enerjiniz şarkı bittiği zaman dibe doğru gitmiş olacaktır. Sonra da hazır olduğunuzu düşündüğünüz zaman yan taraftaki minik play - oynat simgesi bulunan tuşa basın.


EEE? Nasıl?






.

Yolda




Mezarlık kitabım bitince gözüm dönmüş şekilde kitap kitap diye dolanıp duruyordum. Aksi gibi de ailecek yazlığa gidilmiş ve site yerleşim birimine arabasız gidilmeyecek uzaklıkta. Ne yapsam ne yapsam diye düşünürken kardeşimin arkadaşlarıyla vakit geçirmek için şehir merkezine gittiklerini duyunca hemen onu aradım. Tabi hangi kitabı almamı istersin diyince bir an için durdum. İşte bunu düşünmemiştim. O an aklımdaki tek şey ya kardeşimin tercihine bırakacagım o da kitapçıya bırakacak ve bana bu işte son popüler olanlardan mantığı ile beni okumaktan soğutabilecek bir kitap verecekti. Ama bir anda aklıma Buket Uzuner ismi geldi. Dedim "onun bir kitabı olsun ama..." ve okuduğum kitapları sıralamaya başladım ki hani bunlardan olmasın demek için. Ama kardeşimin ses tonundan anladım ki kafasını karıştırmıştım. Ve nihayet aklıma yazarın son kitabı olan Yolda geliverdi.
Akşam kardeşim geldiğinde hala kitap kitap diye sayıklamam geçmemişti. Böyle bir ruh halindeyken 160 sayfalık kitap şimdiden benim için üzücü bir sebepti. Ve şimdiden bu kitap da bitince ne yapacağım telaşı sarmıştı bile. O yüzden akşam sadece kitaba şöyle bir göz atmakla yetinmem gerektiğine karar verdim.



Kitap yedi kısa öyküden oluşuyor. Yedi farklı ülke/şehir ve yedi yolculuk öyküsü. Yolculuklarımız sırasında yolculuk boyunca yan yana, karşı karşıya oturduğumuz yabancılarla olan diyaloglar ve ilginç hikayeler. Ah dedim. Her zaman gezmek dolaşmak isterim ama şu ev delisi parçam yüzünden de kendimi hep eve kapatmam sanırım en büyük bahanem. Ben de Buket Uzuner sayesinde oturduğum yerden onun bakış açısı ve ağzından yedi farklı hikaye dinlerken yedi farklı ülke hakkında da az çok kişisel sayılabilecek bilgilere sahip oldum. Buradaki önemli olan yazarın anlatımı yani oldum olası Buket Uzuner'in kitaplarını sevmişimdir. Hayal kırıklığı yaşadığım bir kitabı olmadı. Ve her zaman etkilenmişimdir. ( Özellikle de Uzun Beyaz Bulut Gelibolu kitabının yeri benim için çok ayrıdır.) Eh haliyle bu kitabından da pek bir memnun halde bitirmiş olarak yüzümde bir gülümseme ile kitaplığa kaldırdım. Hatta bir de üstüne üstlük deli gibi kitap okuma isteğime Buket Uzuner'e bir şekilde birşeyler yazmalıyım hevesi eklenmişti. Tabiki de o dönem internet bağlantım olmadığı için oturduğum yerde öyle bir kurtlarım döktüm sessizce. Sanırım bu hevesimin sebebi sanki oturmuş bütün kitabı sadece bana yazmış gibi bir hissiyata kapılmama neden olan anlatımı yüzündendi. Yada tamamen benim uydurmam. Ama sonuç olarak Buket Hanıma olan okur sevgim daha çok artmıştı. İlk imza gününe gidişim tamamen raslantısal olmuştu fakat ikincisine hazırlıklı gitmek niyetinde olduğumu söyleyebilecek kadar olayı kendimce abartmış durumdayım. Hayatımda bir ilk bunu da itiraf etmek istiyorum.
Kitaba geri dönersem ki söylemek istediğim bir iki şey var. Daha önceki gezi kitaplarından birisinde olduğu gibi yine içinde konularla ilgili minik akılda kalıcı ve o ülkeyi simgeleyen resimler, objelerin çizimleri bulunmakta. Ve her öykünün sonunda da o ülkeye özel bir yemek tarifi. Evet yemek tarifleri var içinde. Sanırım eğlenceli bir ruh haliyle kitap yazmak böyle güzel sonuçlara varmanıza yardımcı oluyor diye düşünüyorum. Yemek tariflerinden birisini zaten kardeşimin menüsünde olup sevdiği bir çorbaydı. Diğerleri hakkında bilgim yok ve henüz hiçbirini yapmaya kalkışmadım ama o bildiğim tarif doğrultusunda diyebilirim ki bence diğer yemekler de gayet güzeldirler.
Ama kitap konusunda bir hayal kırıklığım var. Yani kitabı ilk gördüğümde böyle bir beklentim yoktu ama kitabı okuyup bitirdikden sonra keşke şöyle olsaymış dedim. Ama bu konu daha çok yayınevi ile ilgili. Muhtemelen yazarla da. Yani yazarın daha önceden okumuş olduğum bir gezi kitabının tasarımı cidden çok hoşuma gitmişti. Tam anlamıyla bir gezi not defteri havası verilmiş ve sanki kendi kişisel defterinize yapıştırdığınız minik resimler gibi eklemeler vardı. Evet bu kitap da minik resimler var ama defter havasında değildi işte.



Buket Uzuner'in Remzi Kitabevi'nden birinci basımı nisan 2000'de çıkan kitabı New York Seyir Defteri. Bu kitabın dizaynını oldum olası sevmişimdir. Yani bir gezi kitabı için uygun olabilecek en güzel tasarım olarak görmüşümdür. O yüzden de belki de Yolda isimli güzel kitabı için de keşke o da böyle bir tasarımla basılsaymış demeden edemedim.



Evet bir kitap değil iki kitaptan bahsetmek üzereyim. Hissediyorum az kaldı ve kendime hakim olamadım. Umarım ondan da bundan da derken kopuk kopuk ve karmakarışık bir şekilde anlatmamışımdır diyeceğim ama içimden bir ses çok geç diyor. =)

Mezarlık Kitabı




Neil Gaiman'ın son kitabı Mezarlık Kitabıyla tanıştırayım sizi. Belki de çoktan tanıştınız. Haziran ayında kitapçıya bu kitabı almak için gittiğim zaman diğer iki kitabı da nihayet satın alabilmiştim. Böylece yeni kitabı daha okumadan sevmiştim. Hemen orada kitabın içine baktığım da ise ikinci bir sevme sebebimle karşılaştım. Bu yazarımız bu kitabında da diğer kitaplarında olduğu gibi Dave McKean ile çalışmıştı. Kapak ve içindeki çizimler Dave McKean imzasını taşıyor. Eh böyle olunca kitaba olan ilgim, hemen okuma hevesim ve daha okumadan başlayan sevgim gittikçe artıyordu. Burada kitap eleştirisi yapmıyorum yada o konumda olan birisi değilim, sadece okuduğum kitaplardan konuşmak istediğim için burada bu kitaplar hakkında görüşlerimi belirtiyorum. Ve Neil Gaiman'ın şu zamana kadar okuduğum kitaplardan hiçbirinde hayal kırıklığı yaşamadığımı biliyorum. Özellikle benim için Amerikan Tanrıları isimli kitabı yanımdan ayırmayıp durmadan okunulası bir kitap niteliğindedir. Belki de bunların da etkisiyle Mezarlık Kitabını ne kadar kendime engel olmaya çalışsam da üç günde bitirdim. Bu benim için biraz yediğiniz yemeği çiğnemeden yutmak gibiydi. Kitabı bitirdiğim de ise keşke biraz daha olsaydı dedim. Hatta bu buruklukla ertesi gün kardeşimden gelirken bana kitap almasını istedim. Benim yaptığımı yapmayın. Kitabın resmen tadını uzun süre hissedemeden üstüne başka kitap... Neyse.

Karanlıkta bir el
bir bıçak tutuyordu.


Kitap sisli bir gecede başlıyor. Ve kitabın baş karakteri Nobody Owens'ın ilginç hayatının anlatamıyla devam ediyor. Yazar her zaman kelime oyunlarını sevmiştir. Özellikle Sandman serisinde karakterlerinin isimleriyle bunu her zaman göstermiştir. Kimsenin sahip olmadığı bu çocuk mezarlık ahalisinin onu kabullenmesi ve koruyucusu sayesinde mezarlıkda yaşamaya başlar. Tahmin ettiğiniz üzere bu pek de normal bir yaşam olmayacaktır. Yazarın hayal dünyası bu anormallikleri her zamanki gibi çekici kılıyor. Özellikle de karakterlerden bazılarının kişiliklerine imrendiğimi fark ettim. Sandman ve Amerikan Tanrılarında olduğu gibi...



Karakterin kitapta genellikle ismi kısaltılmış haliyle Bod olarak geçiyor. Bod'un bebekliğinden genç bir birey oluncaya kadar yaşadığı duygularını, meraklarını, masumane bir biçimde arkadaş edinme çabasını, keşiflerini, küçük çaplı huysuzluklarını, yaramazlıklarını, kısacası büyümesini zihnim yorulmadan okudum. Bir çocuğun yaşayabileceği en son yer bir mezarlıktır diye düşünülebilir fakat bu kitapta hiç de öyle değil. Hatta bence durum imrenilecek konumda.
"Boşluk ol, toz ol, rüya ol, rüzgar ol
Gece ol, karanlık ol, dilek ol, akıl ol
Şimdi görünmeksizin kay, süzül, kımılda,
Yukarıda, aşağıda, ortada, arada."
Neil Gaiman öyle olayları çok karıştırıp sonra da açmak gibi hevesleri, okuyucuya binbir türlü oyunlar oynamayı seven bir yazar değil. Minik süprizler, kelime oyunları ve daha çok mitolojik karakterleri şimdiki dünyada yaşayan karakterle bir şekilde yollarını kesiştirmeyi seviyor. Belki de kitaplarında hoşuma giden budur. Orta dünya yada ne bileyim başka bir eski zamanlardan kalma dünyada değil de içinde bulunduğumuz yada yakın geçmişte yaşanıyor olmasıdır. Sonuç olarak o klasik fantastik kurgu kitaplarından olarak görmüyorum. Ne karakterlerin mücadelesinde ne de olayların geçtiği zamanda...
Kitabı bitirdiğim zaman belki de devamı başka bir kitapla gelir diye ümitlendim açıkçası.




"Uyu benim küçük yavrum
Uyanana kadar uyu
Büyüdüğünde göreceksin bütün dünyayı
Şayet yanılmıyorsam tabii.

Bir sevgiliyi öp,
Biraz dans et,
Keşfet ismini
Ve gömülü hazineyi.

Yüzleş hayatınla
Acılarıyla, mutluluklarıyla,
Gidilmedik yol bırakma geriye."

Coraline




Ve ikinci kitap Coraline yada diğer basımdaki ismi ile Koralin. Bu konularda iki farklı basımı da alacak kadar aç gözlü olduğumu biliyorum. Kendime engel olamadım. Kitabı bir günde bitirmeme engel olamadığım gibi... Otobüs yolculuğu sırasında kitabın sonunu görmeden rahat edemiyeceğimi anlamam ya benim kişiliğimden kaynaklanıyordu yada kitabın sürükleyici gücünden. Belki de ikisi birden vardı.
Kitabın kapaklarına bakınca çocuklar için yazılmış bir kitap gibi durduğu doğru. Ama çocuklar için bir derece korkutucu olabilecek bir konusunu olduğunu düşünüyorum. Gerçi Yüzüklerin Efendisini izlemek için kurulduğumda henüz o dönemler okula başlamamış kuzenime izlemek istediğinden emin misin korkarsın bak yaratıklar var dediğimde aldığım cevap onların gerçek olmadığını bildiği için onu korkutamıyacakları olmuştu. O yüzdendir ki yeni nesil çocuklarının bu kitaptan pek korkacaklarını sanmıyorum. Ama yine de beni dehşete düşüren bölümleri olduğunu itiraf ediyorum. Özellikle de gözlerinin yerine iki düğme olan ve marketten kese kağıdı dolusu böcek alıp gelip çerez niyetine yiyen bir anne.



Coraline ailesi ile minik bir kasabaya taşınırlar. Taşındıkları binada üst katta yaşlı bir adam fareleri ile birlikte yaşamakta ve alt katta da zamanında gösteri dünyasının renkli ışıklarında yaşamış iki yaşlı kadın yaşamaktadır. Coraline çoğu zaman kendini yalnız hissetmektedir çünkü annesi de babası da kendi işleri ile meşguldürler. O da etrafı keşfe çıktığı zamanlarda komşularını ziyaret eder, evin etrafında sisden dolayı evin görüş açısından çıkmayacak şekilde gezintilere çıkıyordu. Tabi bu da ona yetmedi ve evin içinde kullanmadıkları salonda kilitli bir kapı keşfetti. Ve sonrası da tahmin edeceğiniz üzere anahtarın bulunmasıdır.



Kitabı okurken benim kabusum olan aynalarla bir bağlantı kurdum nedense. Hayatımızın normal akışında ilerleyen görünümü ve karanlıkta kalan hep korkularımızın barındığı soluk tarafı. Aynanın arkasından durup beni izleyen yansımamın ben olmak için birgün eline geçen ilk fırsatta beni ayna arkasına mahkum edip kendisinin gerçekliğime geçip herşeyi alt üst etmesini izlemek zorunda kalma fikri de benim korku senaryom. Sanırım aklımı yitirmediğim sürece bu gerçekleşmeyecek. Kitapta da Coraline yaşadıklarına teslim olmayıp öteki annenin isteklerine boyun eğmiyor ve kendi dünyasına gerçekliğine dönebiliyor. Film Türkiyede gösterildi mi bilmiyorum. Açıkçası araştırmadım da. Çünkü ne zaman okuduğum bir kitabın filmine gitsem hayal kırıklığı yaşıyorum. Adı üstünde yazarın tarifleri ile benim hayal dünyam birleşiyor. Başkasının hayal dünyası ile de çakışınca kırılıyor işte. Coraline'nın dünyasının benim hayalimdeki gibi kalmasını tercih ederek size kitabı okumanızı tavsiye edebilirim çünkü çok az vaktinizi alacak ve sade diliyle kafanızı yormayacak sadece hayal dünyanızda kıpırdanmaya sebep olabilecek diye düşünüyorum.

Sandman / Kısa Yaşamlar



Yazın okuduğum bu ilk kitap yada graphic novel denilen Sandman serisinin Türkiyedeki son sayısı Kısa Yaşamlar. Yaklaşık olarak 5 yıldır sanırım Neil Gaiman'ın yazdığı tüm kitapları severek okuduğumu biliyorum ki Sandman serisini oldum olası severim. Haliyle bu sayıyı da sevdim.









Kitap, biz normal insanların dünyasında hiçbir zaman fark etmediğimiz ama "onlar"la iç içe yaşadığımızı bize hatırlatıyor. "Onlar"dan kastım Endless Family (Sonsuzların) bireyleri. Bu 7 kardeşi yazar şöyle isimlendirmiş: Death, Dream, Delerium, Desire, Despair, Destiny, Destruction.



Aslında daha önceki iki blogumda Sandman kitaplarından alıntılar eklemiştim. Alıntıları buradan ve buradan okuyabilirsiniz.
Kitapta en cok sevdiğim bir karakter şudur diyemem. Ama tabiki de 7 kardeş içinden en cok kendimi Delerium-Hezeyan ile benzer buldum. Buna rağmen de en çok Death-Ölüm gibi bir karakterim olsun isterdim. Ve ayrıca Dream-Düş gibi bir arkadaşım. Hezeyan renkli saçı, darmadağan ve salaş giysileri ile dengesiz cümleleri isminin yeterliliğini sağlıyor. Ailenin de en küçük kardeşi olması nedeniyle olsa gerek etrafta her zaman amaçsızca dolaşıyormuş gibi bir havası vardır. Ama bu kitapda bir amacı var. Arada unutsa ve hedefini hatırlamak için yanına abisi Düşü de alsa onun için bu bir tür gezidir. Ölüm ise küçük kız kardeşinin aksine tamamiyle siyah giyinmekde ve boynunda her zaman sonsuzluk anahtarını taşımaktadır. Düş ve Ölüm tarz olarak 80lerin punkçıları gibidirler. Saçlarından ayakkabılarına kadar.



Şu zamana kadar ki kitaplardan gördüğüme göre Düş'ün hiçbir zaman mutlu ve uzun süreli bir ilişkisi olmadı. Ama az çok konusu geçse de diğer kardeşlerin hiçbirinin ilişkilerinden söz bile edilmemiş. Hatta bu kitabda Düş bir aşk yarası ile giriş yapar ve yolculuğu sırasında eski sevgililerinden birisi olan Bastet'i de ziyaret etmektedir.



Daha çok aile içi konuşmalara ve birbirlerini eleştirilerine tanık oluyoruz. Kardeşlerden kimisi acılarımız ile beslenirken kimileri de hırslarımız, arzularımdan enerji alıyor. Buna rağmen ölüm ve kader hiç görevlerini aksatmadan düzenlerine devam ediyorlar diye düşünüyorum. Tabiki de bunlar kendi düşüncelerim. Kitabı okuyan bir başkası çok farklı konulara değinecektir eminim. Ama şimdi kendimi kaybedip kitabı anlatmakdan korktuğum için böylesine bir saçmalamaya giriştim işte. Umarım sıkılmamışsınızdır. Yaz boyunca okuduğum kitaplar hakkında biraz konuşmak istedim. Belki ilginizi çeker düşüncesiyle... =)

love can...




love can make me silly
love can make me lazy
love can make me blindly
love can make me boundary
love can make me unhappily
love can make me bla bla bla...






artwork by THZ

Borabay Gölü




Haftasonu evde oturacagımıza dedik ki çıkalım göle gidelim. Ama unuttugumuz birsey vardı ki o da bir yaz haftasonu göle gitmeye kalkmak sakin ve huzurlu bir yere varamıyacagımızın en belirgin özelliği olması demekti. tasını tarağını toplayan resmen oraya kamp kurmuştu. tamam piknk güzeldir. eşin, dostun, çocuklarınla açık havada oturursun, hem eğlenir hem birşeyler yersin hem de fiziksel olarak ruhen olara da kendini daha iyi hissedersin ama o güzelim yeri de ahıra çevirmezsin!
göl kenarında balık tutmaya calısan bir kalabalık, içerilere doğru ise piknik yapan bir kalabalık ve onların attığı çöplerden karınlarını doyurmaya çalışan inekler... ağaçların sıklaştığı tarafa doğru yürüdüğümüzde ise poşet tarlaları...
bu güzelim manzara ile bizi karşılayan göle resmen ihanet ediliyordu. ve sakinleşmek için gittiğim gölde ruhum sıkılıp, huzurum kaçıp eve geri dönmüştüm. evet birileri ilgilenmeli ki ilgilinen de var aslında. yolda bir bekçi klubesinden cıkan bir amca bizden az da olsa bir para aldı. piknik alanı için cok guzel banklar, çöp atmak için ve bulaşıkların yıkanması için yer bile ayarlamışlar. ama insanların beyinlerinde çekiçin çiviyi çakması gibi çakacak bir hoparlör sistemi ile durmadan anons yapılması gereken düzenek yoktu. "Lütfen çöplerinizi çöp kutularına atınız! Nasıl bulmak istiyorsanız öyle bırakınız!" gölün içinde gördüğüm tabela, sandalye ve bir çok çöpten bahsetmek istemiyorum derken aslında söyledim bile.
sonbaharda bir daha gidip şansımı denemeyi düşünüyorum. sakinken belki bu kadar söylenmem. eğer amasya yada samsun tarafına yolunuz düşerse yada Ladik civarlarından geçerseniz aklınızda bulunsun. Ladik gölünü de görün tabi...
Borabay Gölü, Samsun'un Ladik ilçesine en fazla 30-40dk uzaklıkta bir mesafede bulunan vakti zamanın volkanın kriter gölüdür. Bazı yerlerde de baraj gölü olarak geçmektedir.
17.08.1999

cok uzun bir yolculuğun ardından gece 10 gibi evimize varmıştık. yorgunluk haliyle eşyaları kabaca yerleştirip herkes odasına dinlenmeye çekilmişti. o yorgunluğa rağmen gece yatagımın zangır zangır duvara vurması ile uyandım ve hemen ailemin odasına koşup deprem oluyor dedim ama deprem durmuştu zaten. neyse dedim hafif oldu. atlattık. ve daha ben odama dönmeden annemin telefonu çaldı. arayan dayımmış. biz iyiyiz bizi merak etmeyin dedikten sonra telefon kesilmiş. annem dayımın sesindeki panik yada tuhaflıktan olsa gerek hayırdır diyerek kalkıp onları tekrar aramak istediğinde çok geçti, çünkü telefonlar kitlenmişti bile. televizyonu açtığımızda ise bir iki kanal çoktan haberi duyurmaya başlamıştı bile. depremin rakamsal şiddeti bile gözüme korkutucu görünmüştü. ertesi gün ise asıl korkutucu yönüyle tanışmıştım. dayımla yengem o geceyi şanslı olan çok az insan gibi burunları kanamadan atlatmışlardı. hem de şans eseri. izmite taşınalı 2hafta bile olmamıştı ve eğer akıllarında kalan diğer eve taşınmış olsalardı yıkıntılar arasında kalacaklardı.

herkesin bu büyük depremle ilgili bir anısı vardır eminim. çanakkalede yaşadığımız lojmanda bile bir anda bir çok olay duymaya başlamıştım. hepsi de insanı dehşete düşüren, üzen... ve tam bir ay bile dolmadan izmite gittik. oradaki durum karşısında canım acıdı. kayıplar veren insanlar kadar olamasa da acıdı işte. ve her yıl 17 ağustos günü canımız acıyor. ölenlere Allah rahmet eylesin, yakınlarına da sabır versin.
ama asıl canımı yaktığı kadar sinirimi bozan ise 10 yıldan beri iyileştirme çalışması olarak neler yapıldı sorusunun cevapsız kalması diyebilirim. haberlerden izlediğim kadarıyla pek de yapılan birşey yok. tek dedikleri yıllardan beri süre gelen büyük bir istanbul depremi. evlerimizde koyun gibi oturup depremin olmasını bekliyoruz resmen. bir deprem anında neler yapmalıyız hakkında birçok fikir sunan bilir kişileri dinleyip ne kadar mantıklı diye kafamızda düşünüp tartıyoruz.
keşke iyimser bakabilseydim.

mim mim mim mim!


- kompiter mim ne demek?
+ mim mim mim mim!


galaksi otostopçusu Cenx tarafından mimlenmişim ve kompitere mim ne demek diye sordukdan sonra aldığım cevap doğrultusunda işe koyuldum. durumun şaşkınlığı ve heyecanı ile umarım elime yüzüme bulaştırmam. =)


-Hangi şehirde yaşıyorsun?
çoğu zamanım İstanbul'da geçtiği için İstanbul.


-Mesleğin?
Çevre mühendisi adı altında diplomalı çöpçü oldum lakin 1 yıldır evde vakit öldürüyorum.



-Blog yazmaya başlama kararını nasıl aldın?

açıkçası annem durmadan söyleyince tamam diyip blog yazmaya başladım. "o kadar bilgisayar başında vakit geçiriyorsun bari bir tane de blog sayfan olsun." demişti.


-Ne kadar süredir blog yazıyorsun?
sanırım ilkbahar başlangıcı idi. serin bir akşam üstü ilk adımı attıgımı anımsıyorum. =)



-Blogunu hangi sıklıkla ziyaret edersin?

hergün bakarım. hatta günde 2-3defa da olsa açar boş boş bakarım.


-Pc açıldığında blogunu açmak kaçıncı sıradaki iştir?
3 yada 4. işimdir.


-Başka bir blog sayfasında görüp aldığın bir şey ya da gittiğin bir yer oldu mu?
sanırım Samsundaki Körfez isimli pide yapan güzel yeri bir blog sayfasında görüp de gitmiştim. film yada müzik önerisinde bulunan bloglardan fikir aldıgım oldu diyebilirim.



-Bloğunda hangi konulardan bahsetmek seni mutlu eder?

ilk başlarda hayal ürünüm olan kısa yazılar, hoşuma giden alıntılar idi fakat şimdi kendimce paylaşmak istediğim herşeyi yazmak istiyorum.


-Bloglarda gördüğün diğer blog arkadaşlarını eklemekte seni cezbeden ne olur?
ilgimi çekmesi yeterli sanırım? =)


-Blog aracılığıyla para kazanma fikrine nasıl bakıyorsunuz?
öyle bir niyetim yok. zaten gel sana para verelim diye peşimden koşan da yok.


-Blog arkadaşlarınla buluşma, biraraya gelme fikrine ne dersin?
hiç aklıma düşmedi nedense. bak şimdi bu soru oldu mu? =)



-Bu soruları kimler cevaplasın?

eh sanırım pudra diyeceğim ona zahmet bana eziyet olacak ama...
ve lütfederler mi bilmiyorum ama karelidefter de cevaplarsa güzel olur.

Tatil güncesi

Yazlıktan dönüş yaptım ama henüz İstanbula geçemedim. Samsunda ara mola vermekteyim.
Bu arada Samsuna yolunuz düşerse Atakumdan Sinopa doğru ilerlerken yol üstündeki ya Körfez yada Gülhanda yemek yemelisiniz. Oradaki insanların İstanbulda bir öğün yemeğin fiyatının ne kadar oldugundan haberleri yok sanırım. Bu iki yer için lüks kelimesini kullanırken habersizlerdi. Herneyse. Körfez denize sıfır bir mekanda çok güzel pideler yiyebileceğiniz bir yer. Gülhan da hemen yolun karşı tarafında. Bahçesinde oturmayı tercih ettik ki iyi de etmişiz. Çok güzel yeşillik bir mekan yaratmışlar. Tebrik ettim. Gayet de temiz güzel yemekleri vardı. Ellerine sağlık aşçıların. Haftasonu gittiğimiz için çok kalabalık olan mekanın fotoğrafını çekemedim. İnsanların rahatını bozmak istemedim. Ama eminim internetten fotoğraflarını bulabilirsiniz. Yarın Borabay Gölüne gideceğim. Sizin için fotoğraf çekeceğim.
Bu arada normal Blog formatından çıkmış bulunduğumun farkındayım. Eh ben de televizyonlar gibi yaz dönemine özel yayın yapıyorum varsayıyorum.
Pek bir düzensiz ve özensiz bir yazı oldu farkındayım ama 5 yaşından beri gittiğim Arsuza yolunuz düşerse haftasonu gidin ve o kalabalığın çilesini çekin derim. Tabiki de şaka yapıyorum. Antakyada Harbiyeyi duymayan yoktur. Herneyse yine yemeklerden bahsedip duracagım karnım acıkacak. Şimdilik bu kadar.

Yaz Tatili



Bu süreç içerisinde yeni arkadaşlarım oldu. Balık sakın korkma onlar sadece anne sütü içiyorlar.

Wiki'nin Takıları

Wiki aslında çok şanslıydı. Belki de zamanında kendi şansını kendi elleri ile hazırlamıştı. Kim bile bilir ki? Kader (Destiny Endless) biliyor olabilir. Belki o kocaman eski püskü deri kaplı kitabında yazıyordur. Neyse şuan konumuz Wiki ve takıları. Wiki, bir sanatçının eserlerinin sergilendiği ve satıldığı bir dükkanda çalışıyordu. Gelen müşterilerle ilgilenmenin dışında dükkandaki kendine ait çalışma alanında metal malzemeler kullanarak takılar yapıyordu. Takıların çoğu eski zaman insanların kullandığı takıların tasarımlarına benziyordu. Ayrıca Afrika kabilelerindeki kadınların taktığı takıların tasarımlarına da sahipti, ama modern bir havaları da vardı. Nasıl oluyordu bilmiyorum ama öyleydiler işte. Wiki mutluydu. Hatta o kadar ki bir çalışmasında bu açıkça görülebiliyordu. Yuvarlak bir surat ve üzerinde şöyle "O_o" gözler vardı. Gülümsediğini belirten bir ifadede dudak şekli ile kolye ucu bitirilmiş olarak vitrinde sergilenmekteydi. Ayrıca masa üstü terazilerde kullanılan siyah bir ağırlığın üzerine de çivilerden göz ve burun çakılmış, kalemle de gülümseyen surat ifadesini tamamlayacak dudakları eklenmişti. Zaten dükkan içindeki bütün eşyaların, ürünlerin ahşap gibi ortamı yumuşatan bir malzemeden olması yetmiyormuş gibi Wiki'nin kattığı bu minik ayrıntılarla ve bir yaz akşam üstü güneşinin turuncu ışığının da etkisiyle dükkan sımsıcacık olmuştu.

Wiki'nin günleri takıları yapmakla geçiyor, elinden geldiğince her gün bir takı bitirmeye çalışıyordu. Kafasında bir çok şekil uçuşmaktaydı. O şekilleri tasarladığı takılarında gerçekleştiriyor ve böylece aklındaki imgeleri gerçek dünyaya taşıyarak bir süre sonra da ellerinde tutarak gören gözleri ile bakıyordu onlara. Artık hayal olmaktan çıkıp gerçek oluyorlardı. Takıları yaparken çok titiz davranıyordu. İstediği gibi olmayan bir bölümü "eh bu da böyle olsun" diyerek bırakmıyordu. Hayalindeki gibi olması için, kusursuz olması için çabalıyordu. Hatta düzeltilemeyecek bir kusuru varsa onu bırakıp sil baştan yeni malzemelerle yeniden o aklındaki takıyı yapmaya başlıyordu. Sanırım en çok mısır iplerine sinir oluyordu. Onları muntazam şekilde bağlamak, alnından bir iki damla ter gelmesine sebep olacak kadar uğraştırıcıydı. Yine de muntazam olması için üşenmeden uğraşıyordu.

Takıları yapmak için verdiği sadece emeği, alın teri değildi, onlara hayallerini de veriyordu. Wiki henüz bunun farkında değildi. Her bir takıya farklı bir hayalini bırakıyordu. Her bir takıda ayrı bir hayali vitrinde sergileniyordu. Dükkanın önünden geçenlerin bazıları bu hayallere bakıyor, bazıları da dükkanın içine girerek daha yakından bakıyordu. Kimisi kendine daha yakın bulduğu hayali eline alıp bakıyor ve hiç düşünmeden kulağına, boynuna takarak aynada nasıl durduklarına bakıyorlardı. "Bunu beğendim. Ne kadar bu?" diye soruyorlar, bazıları fiyatını duyduğu zaman "Aaa çok pahalıymış!" diyerek iyi günler diledikten sonra dükkan çıkıyorlardı ya da bazıları ise satın alıyorlardı.

Wiki için yine olağan bir gündü. Saat akşam yediye geliyordu. Yani bugün de buradaki işi bitmişti. Birazdan dükkandan çıkacak ve akşam yemeğini yedikten sonra evine gidecekti. Hava git gide kararmaya başlıyordu. Her gün olduğu gibi etrafı toparlayıp dükkanı kapattı. Ve adım adım dükkandan uzaklaştı.

Dükkanın kapalı olduğu zamanlarda dekoratif ışıkları yanmaya devam ediyordu. Hava iyice kararıp da dükkanın da sessizliği yeterince uzun bir süre bozulmadığı anda vitrinde mini minnacık bir kıpırdanma oldu. Takılardan en sabırsız olanı kıpırdanmaya başlamıştı. Onun kıpırdandığını duyan diğer takılar da uykudan uyanıyormuşcasına yavaş yavaş kımıldanmaya başladılar. En sona kalan takı da oflaya puflaya hareketlenmeye başladığı sırada içlerinden en cıvıl cıvıl olanı bugün havanın ne kadar sıcak olduğu hakkında konuşmaya başlamıştı. Aralarında eksik olan var mı diye şöyle bir birbirlerine baktıkları zaman içlerinden birisinin olmadığını fark ettiler. Hayallerden birisi gitmişti ama takıların hiç biri aslında Wiki'nin hayalleri olduklarını bilmiyorlardı.








dip not: Yalçın'a teşekkürler. Takılarını görmek isterseniz ki onlar gerçekten varlar, işte buradan buyrun: http://yalcincapoglu.blogspot.com/



"Sevilmeyenin üstüne her zaman yağmur yağar."

****************************************************************************

Hezeyan - oh bir tanrı olmayı bırakabileceğini bilmiyordum.
Düş - herhangi bir şey olmaktan vazgeçebilirsin.

****************************************************************************

Ölüm - herşeyi bilebilmekle kalmıyoruz. biliyoruz da. sadece her şeyi katlanır kılmak için kendimize bilmediğimizi söylüyoruz.
herkes her şeyi biliyor. sadece kendimizi bilmediğimize dair kandırıyoruz.

****************************************************************************

Yıkım - varlıklar yaratılır. bir süre var olurlar ve sonra yok olurlar. imparatorluklar, şehirler, şiirler ve insanlar. atomlar ve dünyalar...
yeni bir düşe eskisinden vazgeçmeden başlayamazsın, öyle değil mi abi?

****************************************************************************

Her yaşam bir ömür boyundan ne fazla ne de eksik ve de kısa; her yaşam kısa olduğu için birbirine eş.

Sadece deliler ve aptallar hayatlarını boşa harcarlar.








not: alıntıdır.

MELANTİS - Bölüm3

Genelde kabuslarla geçen uykularından farklı olmuştur. Bu seferkinde bir tane bile kabus yoktur. Hatta hiçbir şey yoktur. Gözlerini açtığında bir an için tüm yaşananların rüya olduğunu düşünür. Çünkü Melantisle karşılaştığı zamandaki gibi büyük bir çınar ağacının altında uyanmıştır. Ayağa kalkar ve Melantis’ i aramaya başlar. Ama yoktur. Yoksa gerçekten bir rüya mı görmüştür? “Hiç sanmıyorum, olamaz. O gerçekti, tam dört gün boyunca beraber yol aldık. Yoksa ben deliriyor muyum?” sözleri kafasının içinde durmadan dolaşır durur. Biraz daha ilerlediğinde otuz adım ileride bir köyün olduğunu görür. Biraz çekinerek köye girer ve etrafı incelemeye başlar. Birilerini görse Melantis’i soracaktır. Sonuçta dört gün boyunca yanındaydı ve henüz ölmemişti. Yoksa o da lanetinin kurbanı olmuş ve ölmüş müydü? Olamaz! O bir melek ve melekler ölemezlerdi.
Roland köyün merkezine doğru ilerledikçe insanlar da görünmeye başlar. “Demek ki lanetli bir köy değil” diye düşünür ve rahatlar. Belki de üstündeki lanet kalkmıştır. Pazar yerine geldiğinde köye olan hayranlığı iyice artmıştır. Zaten evlerin şekli, yapısı, dizilişleri yeterince hoşuna gitmiştir. Pazar yerinde yeteri kadar gezindiğini düşünerek çıkışa doğru yönelirken kalabalığın arasında kara bir cüppe giyinmiş olarak Melantis’i görür. Hemen peşinden koşmaya başlar. “Melantis!” diye bağırır. Kız duymamış olsa gerek ki hızlı bir şekilde yürümeye devam ediyordur. Ama Roland kararlıdır. “Melantis, Melantis!” Çarptığı insanlara pardon demeye bile vaktinin olmadığını düşünerek kara cüppelinin peşinden koşar. Tam onu yakaladığını düşündüğü anda birden bire kaybolmuştur. “Nasıl olur? Üstelik burası yolun sonu iken!” diye düşünür. Pazarcılar tezgahları ile bir çıkmaz sokak oluşturmuşlardır. Bir anda etrafını saran güzel kokuları fark eder. Özellikle de gelen cashmir kokusuyla Roland “Olamaz. Yine mi?” der.
İnce cam kristallerin birbirine çarparak çıkardığı sesler kulağını çınlatır. Etrafına bakındığında karşısında süs eşyaları satan bir tezgah görür. Değişik şekil ve boylarda parfüm şişelerinin bulunduğu bir tezgahtır. Biraz daha yaklaştığında bu tezgahın üzerinde ince camlardan çiçeklerin olduğunu görür. Ve kulağını çınlatan seslerin nedenini görmüş olur. Oysa şimdi tam anlamıyla bir çınlama değil de sanki rüzgarın da yardımıyla bir melodi oluşturuyorlardır. Bir tane camdan yasemini eline alır. Ne kadar da güzel görünüyordur. Roland kendi duyabileceği şekilde “yasemin” der ve yüzüne hüzünlü bir gülümseme yerleşir. “Bakar mısınız?... Bu tezgaha kim bakıyor acaba?” diye seslenir Roland ama kimse yoktur. Etrafına biraz bakınırken “Buyurun efendim” der tam arkasından bir kadın sesi. Roland bir an için duraksar. Arkasına dönmeye korkar. Galiba yine çıldırıyordur. İlk önce Melantis’i gördüğünü sanmış ve sonra sıra ile cashmir kokusu, yasemin çiçeği ve şimdi de bu tanıdık ses. Şimdi yüzünde kendine acıyan bir gülümseme vardır. “Efendim? İyi misiniz?” diyen kadına doğru yüzünü döner Roland. Karşısında duran kadın “O” dur. O! Yasemin. Çok sevdiği halde yıllar önce lanet yüzünden kaybettiğini sandığı kadın.

MELANTİS - Bölüm2

Melantis en sonunda bakışlarını Roland’dan alıp etrafa bakmaya başlar. “Hadi, gitmemiz gerek” der ama Roland iyice sinirlenir. “Bu kadarı da fazla!” diye içinden geçirir. Yine de sesini çıkarmadan toparlanır ve kızın peşine takılır. Tam ona “istersen atıma ikimiz binelim, daha hızlı gideriz” diyecekken nereden geldiğini anlayamadığı bembeyaz bir at önünde duruyordur. Roland bir rüya gördüğüne emindir. At bu dünyadan olamayacak kadar güzeldir. Tıpkı kızın olduğu gibi. Kızın üstünde beyaz, gümüş rengi ve mavi renkler vardır, atın da. Roland nedense kızda bulunan tuhaflıkları yeni fark etmeye başlamıştır. Kızın saçları gümüş rengidir ve aralara maviler saçılmıştır. Ve ilk gördüğü andan beri aynı derecede ıslaktırlar, gümüş rengi kirpikleri gibi. Kirpiklerinin ıslak oluşu kızın görünüşüne hüzün katıyordur. Gözleri bir su damlası kadar berrak, bir deniz kadar mavidir. Giysisi ise bembeyazdır. Mavi ve gümüş renk işlemeli değişik ama basit şekillerle süslenmiştir. Ayağında ise ne çarık ne de çizme vardır. Hatta atın toynaklarına baktığında onlarda da nal olmadığını görür. Kesinlikle bu dünyadan olmadıklarına karar verir. Atın bu şekilde yürümesi imkansızdır ki zaten at pek yürüyor gibi görünmüyordur. Sanki adımları yere bir iki parmak mesafe yukarıda görünmez bir zeminde yürüyor gibidir. Roland bu düşüncelerden sıyrıldığında ormanın iyice sıklaştığını yeni fark edebilir. “Umarım yolu biliyordur” diye iç geçirir. Nasıl oldu da hiç soru sormadan onun peşinden gidiyordu ki? Neye güveniyordu? Çocukken dinlediği Yağmur Melekleri ile ilgili olan hikayeye mi?
Neredeyse iki gün boyunca doğru düzgün konuşmadan yol almışlardır. Sadece Roland “artık dinlenmem gerek” diyor ve onlar da duruyorlardı. Melantis silahşoru izleyip onun gibi yere uzanıyor ama hiç uyumuyordu. Yemek konusunda ise sadece tatlarına bakıp bırakıyordu. Değişik bitki isimlerine takmıştı. Durmadan isimlerini Roland’a soruyor ve bitkiye bakara isimlerini defalarca tekrarlıyordur. Ne işe yaradıklarını öğreniyor ve bir süre komik yüz mimikleri eşliğinde bitkiye bakarak düşünüyordur. Bir de her bulduğu otun tadına bakmaması gerektiğini hala öğrenememişti. Ne var ki şükürler olsun şimdilik bir sorun çıkmamıştır. Silahşor bazen onun çok bilge birisi olduğunu düşünüyor fakat ne zaman konu bitkilere gelse yaptığı hatalar, komik davranışlar ve surat ifadeleri ile onun bir çocuktan farksız olduğunu düşünerek gülümsüyordur.
Dördüncü günün sonunda silahşor dayanamaz ve konuşmaya başlar: “Beni tanıyorsun ve benimle ilgili bir planın olduğu kesin ama neden bana hiç bir şey açıklamıyorsun? Tam dört gündür hiçbir soru sormadım, sen de bir şeyler söylemedin. Ve bu bitmek bilmez ormanda öylece yol alıyoruz. Zaman benim için çok önemli ve zamanımı neye harcadığımı öğrenmek istiyorum!” Melantis birazcık bozulur. Ama açıklama yapması gerektiğini düşünerek şöyle der: “Zamanını alıyorum ama sonucunda senin için değerli olan bir şeyi sana geri vereceğim. Sen değil miydin hayat bazı şeyleri benden almasını biliyorsa onun yerine küçükte olsa bir şeyler koyacaktır; bana sadece sabretmek düşer diyen?” Roland ne diyeceğini bilemez. Melantis haklıdır. Sevdiğini kaybettiği zaman tek avuntusu bu söz olmuştur. O an Roland’ın kendine yasakladığı konu bir anda etrafını sarar. Sanki “O” etrafında gezinmiş ve ardında kokusunu bırakmıştır. Her yer cashmir kokuyordur. Kendi kendine isyan ettiği zamanlardan birisini daha yaşıyordur. “Neden ben? Neden ben Rolandım?” Bu bedenden kurtuluşunun olmadığını çok iyi biliyordur ama şu anda basit bir köylü olmayı isterdi. Sevdikleriyle beraber basit ama mutlu bir yaşamı olsun isterdi. İşte yine başlamıştı ve bu acıya hemen bir son vermek istiyordur. Tam her şeyin koptuğunu hissettiği anda bütün bedenini kaplayan bir rahatlamanın ve huzurun dalgalar halinde yayıldığını hisseder. Gözlerini açtığında tek gördüğü Melantis ve etrafa saçtığı ışık ile yüzüne gelen cashmir kokulu meltemdir. Roland böyle bir ölümü düşlediğini anlar ve gerçekten vaktinin geldiğini düşünür. Ne var ki Melantis onun daha fazla acı çekmesine dayanamamış ve uyumasını sağlamıştır.

Duyumsananlar

Bir masalın sonunda ölüme aşkını anlatan kadın şöyle dedi:

Benimle konuşurken ki sesinde güveni duydum, ellerinde sahiplenmeyi tattım, bana sarıldığın zaman kollarında şefkati hissettim, kalp atışlarında heyecanını fark ettim, gülümseyerek alnıma yaklaşıp bir öpücük bırakan dudaklarından sevgiyi aldım, her daim içimi titreten bakışlarının sahibi gözlerinde huzuru buldum ve hiç beklemediğim bir sabah Onu kaybettim. Şu zamana kadar hep onu düşündüm, düşledim. Senden ümidimi kesmiş, hayatın sonsuzluğuna ağlarken sen geldin. Hoş geldin.

MELANTİS - Bölüm1

Silahşor uzun zamandır yürüyordur. Artık yorulduğunu hisseder ve dinlenmeye karar verir ki tam zamanında bir karardır. Çünkü şiddetli bir şekilde yağmur yağmaya başlamıştır. Hemen bir çınar ağacının altına sığınır. “Sığınmak! Doğa ile savaşamayacağına göre yine onun bir parçası olan bu heybetli ağaca sığınmak yapılacak en mantıklı iştir.” diye düşünür. Tam uykuya dalacakken nedense izlendiği hissine kapılır. Atını kontrol etmek için kalkıyormuş gibi yaparak etrafı da kontrol eder. Ama bir tuhaflık göremez. Ve tekrar ağacın altına uzanır. Uzandığında ağacın dallarına bakarak düşüncelere daldığında ağacın üstünde birisi olduğunu fark eder. Panik yağmasına gerek yoktur çünkü belli belirsiz siluetine bakılırsa fiziksel olarak zayıf bir varlık olduğunu düşünür. Tabi bir büyücü değil ise. Bildiği kadarıyla da büyücüler birilerini gözetlemek için ağaç tepelerine çıkmak zorunda kalmazlar. Yabancının kıpırdandığını fark eden silahşor elini kılıcına götürür. Fakat daha nasıl olduğunu anlayamadığı bir şekilde yabancı, ağacın dalından kendini aşağıya doğru bırakmıştır. Bir yağmur damlası kadar hızlı ama bir kar tanesi gibi de narin bir şekilde aşağıya doğru süzülmüştür. Silahşor ayağa kalktığında karşısında duran kızı görünce şaşırmıştır. Gerçekten çok hızlı olduğunu düşünür. Ayrıca bir o kadar da güzel. Bir elf olabileceğini düşünür ama nedense küçükken dinlediği Yağmur Melekleri ile ilgili olan hikayedeki kızı – Melanstis’ i hatırlar.
Kızın ona gülümsediğini görünce unuttuğu eski bir duygunun içini kapladığını hissetmiştir. O da kıza gülümser –ama acı bir gülümseme ile ve “Merhaba” der. Kız da ona gülümseyerek “Merhaba Roland” der. Bir anlık bir sessizlik olur. Silahşor bunu beklemiyordur. Kız silahşoru yeterli süre boyunca süzdükten sonra nasıl olduğunu ve nereye gittiğini sorar ama cevabı pek de ilgili bir şekilde dinlemez. Sorunun cevabını biliyordur ama sohbet olsun ve ortam yumuşasın diye sorduğu bellidir. Tek yaptığı dikkatli bir şekilde silahşoru incelemektir. “Aydınlık, nasıl küçük deliklerden bile görülebilirse küçücük şeyler de bir insanın karakterini öylece yansıtabilir.” düşüncesi ile kızın kendisini incelemesini anlamlandırır Roland. Ama dayanamayarak kıza kim olduğunu sorar. Kız, Rolandı incelemesini bölmeden, umursamaz bir şekilde “Melantis” der. Roland yeniden donup kalır. Kafasının içinde Melantis ismi yankılanıp duruyordur. “Bu gerçek olamaz, birisi bana oyun oynuyor olmalı” diye düşünür. Küçükken dinlediği masaldaki Melantis ile aynı olması bir tesadüftür yada kız da bu hikayeyi biliyordur ve kendince bir oyun oynuyordur. Çünkü Melantis sadece bir masal karakteridir. O an kızdan uzaklaşmak ister ama ismini nasıl bildiğini de merak eder. Kız bunu hissetmiş gibi gözlerini Roland’ın gözlerine yöneltir ve ona “oyun oynamıyorum” der. Roland bir kere daha donup kalmıştır. Bu kadarı da fazladır. “Neydi bu kız? Bir büyücü yada bir cadı ve onu tuzağına mı düşürmeye çalışıyordu? Belki de bunlar sadece benim paranoyamdır” diye düşünür Roland ve “benden ne istiyorsun?” diye sorar. Melantis, yüzünde gülümseme yerine artık ciddi bir ifade ile bakıyordur. “Sadece sabır istiyorum” der. Roland’ dan sabır istemektedir fakat sabrı dolmaya başlamıştır. Sinirli bir şekilde “nasıl yani?” diye sorar. Melantis sadece “sabırlı ol” der ve yine sessizlik olur. Roland nedenini bilmediği bir hisle ona daha fazla soru sormamasının doğru olacağını düşünür.

Kukla



İyi mi yaptı kötü mü yaptı bilemiyordu. Aslında eylemlerini gerçekleştirirken artık pek düşünmüyordu da. Anlık bir dürtü ile hareket ediyordu diyebiliriz. Sonuçlarını da çoğu zaman umursamıyordu. Peki ama bu halde nereye kadar gidilirdi ki? Onu da bilmiyordu. Sanki hayatı kontrolünde değildi. Hani az çok çoğu kişinin bir zaman olup da hissettiği gibi o da hayatının başkasının ellerine görünmez iplerle bağlanmış, kukla misali oynatıldığını düşünüyordu. Şu aralar kuklacısı pek bir keyifsiz olmalıydı diye düşünüyordu. Onu bir o yana bir bu yana amaçsızca savuruyordu. Üstelik sonucu bile göremeden başka bir tarafa kaçırıyordu. Aslında sonucu o da merak etmiyordu ya. Çünkü beklemeye tahammül edemiyordu. Çoğu zaman da kuklacı onu bir köşede öylece unutuveriyordu. Günlerce, haftalarca… Hiçbir şey yapmadan zamanın ilerleyişini izlettiriyordu. Kuklacısı onu, ekrana boş boş bakarken sağ köşedeki rakamların sonsuz döngüsüne katardı.
Ve şimdi yine öyle bir zamandaydı. Etrafa boş boş bakmaktaydı. Bu ipler akıla da hükmetmiyordu ya? Peki neden bu kadar karamsarlaşmıştı yoksa hep böyle miydi de şimdi mi sorgulamak aklına düşüvermişti. Nereye baksa hep acı varmış gibi geliyordu. Otobüsten inerken yanındaki teyzenin iki büklüm olmuş belinde acı vardı. Üst geçidin merdivenlerinden çıkarken basamaklara oturmuş genç dilenci kadının uzanan avuç içinde acı vardı. Üst geçidin üstünde bir şeyler satmaya çalışan amcanın dizlerinde de acı vardı. Annesinin elinden tutmuş ve annesi tarafından sürüklenen çocuğun yüzünde bile acı vardı. Peki ya şu sokak köpeği? Sanki onun bakışlarında da acı vardı. Bu kadarı da fazlaydı ama! Peki bu güneş her gün parlamaktan sıkılmaz mıydı? Bulutlar daha keyfi hareket edebiliyorlardı ama güneşin eli mahkumdu bir kere. İşte şimdi de güneş için üzülüyordu.
Hani hep derler ya hayat bir oyun sahnesi diye. Ama onun hayatı o kadar da ilgi gören bir oyun değildi sanırım. Ya o izleyicileri sahne ışıklarından göremiyordu ya da salon boştu. Her şey çok tuhaftı aslında. Yani yönetmen kimdi? Senaryoyu kim yazıyordu? Küçükken okuduğu bir kitap vardı. Kitapta sadece bir başlangıç vardı ama konu ilerledikçe okuyucunun önüne seçenekler çıkıyordu. Ve yazar seçenekleri doğrultusunda okuyucuya hangi sayfaya gitmesi gerektiğini söylüyordu. İşte onun için hayat da böyleydi. Bir kuklacısı vardı. Önceden yazılmış bir hikaye üzerinde kuklasını yaşatıyordu. Bazı seçenekleri kuklasına tanıyordu ki kuklanın kendi seçimleri varmış gibi gösteriyordu. Tam da bu düşüncelerinden sıyrıldığında master of puppets çalıyordu. Belki de çağrışım olmuştur diye düşündü ve sokaktan geçti gitti. O sırada kafeteryada olması gereken ama geç kaldığı için ankesörlü telefonda barmenle konuşan adam resmen can çekişmekteydi. Barmene orada sarışın bir kadın olup olmadığını sormaktaydı. Sarışın, çok güzel, otuzlu yaşlarında ve İsveç aksanıyla konuşan bir kadını soruyordu. Kısa bir süre önce aşık olduğu ve kötü giden hayatındaki tek mutluluğu idi bu kadın. Tek bağları ise her gün akşam sekizde buluştukları kafeterya idi. Adam bugün geç kalmıştı. Ve bir şekilde kadına ulaşması gerekiyordu. Bunun için de gürültü sokağın ortasındaki ankesörlü telefonda çabalıyordu. Barmen kafeteryanın çok kalabalık olduğunu ve şuan öyle birisini göremediğini söylüyordu. Oysa kadın barmenin tam karşısında duruyordu. Az önce hesabı ödemiş, kafeteryadan çıkmak üzere olduğu için paltosunu giyiniyordu. Barmen üzgünüm diyip telefonu kapattıktan sonra kadına iyi akşamlar dileyip işine döndü. Kadın da kocasına geri döndü. Adam da sevgilisine…
zamanın bir gününde...

Obscural Fly demiş ki;
"Aksak ritimlerle atan kalbini bir sürahiye doldurdu küçük kız.
Biri için küçük bir bardak yetti
Onca suyu doldurmaya.
İçti suyu kana kana...

Diğeri için,
su dondu kaldı havada..."


ve sonra ben de demişim ki;

Tüm camlar kırılsın.
Sürahi kırılsın. Hava nemlensin.
Cam kırılsın. Su buharlaşsın. Yağmur yağsın. Okyanus taşsın, batık hazineler su yüzüne çıksın.
Alem yansın. Aşk dile gelsin. Aşık dize gelsin. Suyun içinden şiire bir dize gelsin. Aşık iki büklüm olsun. Yer yarılsın, içine düşsün. Sonra da dışına püskürtülsün. Uzasın yukarılara. Kafasına Venüs çarpsın. Alnı morarsın, gözü morarsın. Boynu morarsın. Yüzü kızarsın. Tepetaklak olsun. Nefessiz kalsın.
Cam buğulansın, etraf görünmesin. Cam kırılsın, gözüne kırıklar batsın. Yarın olsun. Gözü kanasın.
Sabah olsun. Hava bulutlu ama bulut kanlı olmasın. Aksak ritimler hızlansın.
Kalpler su olsun. Tüm kaplar paramparça olsun. Kalpler su olsun, kaplar yok olsun.
Kalpler su olsun, aksın. Yükselsin, taşsın, boğsun. Etrafı sel alsın. Herşeyi yutsun. Kendine katsın. Kendini sele katık etsin.
Aksak ritimler durulsun. Su durulsun. Yavaşça su durulsun...

N'oldu, sürahiden sadece bir bardak su içmek istemiştim.

alıntı düşünceler...

İnsanlar inanıyorlar. İnsanların yaptığı işte budur. İnanırlar. Ve sonra inançlarından dolayı sorumluluk almazlar; bir şeyler yaratırlar ve bu yaratımlarına güvenmezler. İnsanlar karanlığı dolduruyorlar: hayaletlerle, tanrılarla, elektronlarla, öykülerle... İnsanlar hayal kuruyorlar ve insanlar inanıyorlar. İşte bu inanç, bu kaya gibi sert inanç olayların olmasına neden olur. Aklıma şu an bir çok savaş yada yaşanmış olay geldi. Bunlar sadece benim aklıma gelenler. Size başka başka olayları çağrıştırmış olabilir. Kendimiz aciz, güçsüz, bunalımda hissettiğimiz zaman bizden daha güçlü, daha kudretli bir ŞEY(ler) arıyoruz ve onlara sarılıyoruz, bağlanıyoruz. Ve sonra yine düze çıktığımız zaman, herşey yoluna girdiği zaman ŞEY(ler)İ unutuyoruz. ŞEY(ler)İ, o büyük karanlık boşlukta yada odamızın kuytu bir köşesinde, yatağımızın altında, dolabımızda, defterimizin bir sayfasında, bindiğimiz arabamızın dikiz aynasında öylece unutuveriyoruz. Ta ki biz yine bir boşluğun içine düşene kadar! Ve bu böyle sürüp gidiyor.

Pencere.

Biz iki kardeşiz. Sen benim abim, ben senin minik kız kardeşin. Daracık bir varoş sokak boyunca bir aşağıya bir yukarıya umarsızca turluyoruz. Sen iki tekerlekli minik bisikletinle turluyorsun, ben ise sıkıca sarıldığım ayıcığımla senin yanında koşuyorum. Bir aşağıya bir yukarıya. Ama çok uzağa değil. İki katlı varoş evimizin penceresinden annemiz baktığı zaman bizi görebileceği kadar uzağa gidebiliriz. Sonra ben düşüyorum. Sıkıca sarılmış olduğum ayıcığım bir tarafa ben bir tarafa saçılıyorum. Sen hemen bisikletini bir kenara fırlatıp yanıma geliyorsun. Ben ayağa kalkıyorum ama kalkarken söyleniyorum da. Avuç içlerim sızlıyor. Sokağın ortasında benim avuçlarıma bakarak duruyoruz. Senin bisikletin bir tarafta, benim ayıcığım bir tarafta. Sonra sen ellerimi tutup avuç içlerimi öpüyorsun ve bana bakıp gülümsüyorsun. Ben de ağlamaklı yüzüme bir gülücük yerleştiriyorum. Dizlerime bakıyorsun. Bakışların bir aşağıya bir yukarıya. Birşeycik olmamış. Ayıcığımın yanına gidiyorsun. Eğilip alıyorsun. Orasına burasına vurup üstündeki tozu, çamuru götürmeye çalışıyorsun. Ve başlıyorsun ayıcığımla konuşmaya:"hepsi senin yüzünden!" bu sırada sağ elinin işaret parmağıyla azarlama hareketleri yapıyorsun. Parmak bir aşağıya bir yukarıya. Dayanamıyorum ve ayıcığımı hemen kollarımın arasına alıyorum. Sana "onun bir suçu yok." diyorum. Gülümsüyorsun. Elimden tutup kapımızın eşiğine oturtuyorsun. Bisikletini de alıp karşımda duruyorsun. Biraz oturmamı, dinlenmemi söylüyorsun. Ama ben buna bozuluyorum ve hemen ayağa kalkıp "ben iyiyim"!" diyorum. Beni bırakıp diğer çocuklarla oynamanı istemiyorum, hep yanımda olmanı istiyorum. Sen yine gülümsüyorsun. Ayıcığımı alıp bisikletinin direksiyon kısmına sıkıştırıyorsun. Direksiyonu kaldırıp, indiriyorsun. Ayıcık bir aşağıya bir yukarıya. Ayıcığımı bana veriyorsun ve "hadi" diyip bisikletine biniyorsun. Bu defa bisikletini daha yavaş sürüyorsun ve ben de yanında rahatça yürüyorum.

Dolmuşta...

Soğuk bir kış günü daha. Her yer kar, her yer bembeyaz, her yer yine güneşin de etkisiyle pırıl pırıl parlıyor. Dolmuş durak da durur durmaz iki üç kişi uçarçasına kapıdan içeri daldılar. Tam dolmuş hareket ediyordu ki başı kapalı orta yaşlı kadıncağız güç bela el kol hareketleriyle kendini göstermişti.Kendini ve yanındaki minik iki çocuğunu... Dolmuş basamaklarına adımını attığında muavin bağırdı: "Az acele hocam!" Kadın tamam anlamında başını salladı ama çocuklarla ne kadar hızlı ve atik davranabilirdi ki? 8-9 yaşlarındaki oğlan bir erkek edasıyla ön koltuklara doğru ilerlemişti bile. Kadın kucağındaki 3-4 yaşlarındaki kız çocuğuyla birlikte oğlunu takip etti. Ve oğlunun gösterdiği boş yere oturdu. Minik kız çocuğunu cam kenarına oturtturdukdan sonra oğluna döndü ve "gel hadi sen de otur şuraya" diyerek kız kardeşinin yanını gösterdi. Çocuk net bir şekilde "hayır" demesine rağmen annesi ısrarcı davranıyordu. "Hadi ama şimdi dolmuş fren yapacak Allah korusun sen de düşeceksin bir yerlerini inciteceksin. Gel şuraya otur." derken çocuk kaşlarını ve omuzlarını aynı anda indirip kaldırarak direniyordu. Sonunda annesi "İyi tamam. O zaman sıkıca tutun şuraya bari." diyerek pes etmişti kadıncağız. Minik kız çocuğu hiç ses çıkarmadan boyunun yettiği kadarıyla camdan dışarıya bakmaya çalışıyordu. Görebildiği kadarıyla dış dünyayı inceliyordu. Zaten parlak güneş yerdeki kar örtüsü ile anlaşmalı olarak etrafı yeterince parlaklaştırıyordu. Bu insanın gözlerini alıyordu. Sokaktan bir binaya girdikleri zaman etraf kapkaranlıkmış gibi oluyor, pek birşey seçilmiyordu. Minik kız bunları bilecek kadar büyümüştü. O sırada duracak sinyali yandı ve şöför ilk durak da durdu. Kapıyı açtı ama kimse inmedi. Kafasını kırkbeş derece kadar sağa çevirip otobüsün içine baktığında ilk gördüğü ayakta duran oğlan oldu. Ona bakıp sırıtıyordu. Şöför birşey demedi. Kapıyı tek tuşa basarak kapatıp, el alışkanlığını belli ederek uyumlu bir şekilde vitesi bir sonraki vitese geçirip direksiyon üstünde ellerini buluşturarak yola devam etti. Kadıncağız bir yandan bugün yapması gerekenleri düşünürken bir gözüyle kızını kontrol ediyor diğer gözünü ise ayakta duran oğlundan hiç ayırmıyordu. Büyüdüklerini görebilecek miyim acaba diye bir an içinden geçirdi. Sanırım bu her anne babanın hayali, düşüncesi, emeli, gayesiydi. Duracak sinyali yine yanmıştı. Şöför bir sonraki ilk durakta durdu ve kapıyı açtı. Yine inen kimse olmamıştı. Şöför iyice sinirlenmeye başlamıştı. Başını yine geriye doğru çevirdi ve erkek çocuğuna baktı. Ama bu sinirli bir bakıştı.Ve buranın efendisi benim, burada benim sözüm geçer küçük delikanlı bakışıydı bu. Tabi anlayana. Şöför zamanının azaldığını görünce hızlı ve seri bir şekilde kapıyı kapatıp vites değiştirip son gazla yoluna devam etti. Bu kalkış sırasında oğlan biraz sendelemişti. Yüzündeki o sırıtışta bir anlığına panik duygusu ile yer değiştirdi. Bu duracak düğmesine basmak ona değişik bir haz veriyordu. Dolmuşun içindeki bütün insanlar onun tek bir parmak haraketiyle durup yeniden ilerlemeye başlıyorlardı. Herşey onun elindeydi. Ona bağımlılılardı. Ve bunu hissetmek onu eğlendiriyordu. Yada olaya böyle bakmak onun hoşuna gidiyordu. Biraz daha devam ederse şöförden dayak yiyebileceğini hiç düşünmeden kısa süreli saltanatının -yada eğlencesinin tadını çıkarıyordu. Ve bir kere daha basmalıyım diye düşünürken duracak sinyali yanmıştı bile. Duracak sinyalinin yandığını gören şöför bu defa dikiz aynasından otobüsün içine göz gezdirdi ve en arkada ki kapının önünde biriken insanları görünce bu defa gerçekten durması gerektiğine karar verdi. İlk durakda duran şöför sadece arka kapıyı açtı. Kafasını hahifçe çevirip ona şaşkın gözlerle bakan oğlana zafer sırıtışını fırlatıp başını yeniden önüne çevirdi. Kapıyı şık parmak hareketleriyle kapattıktan sonra artistik bir bilek hareketiyle vitesi değiştirip koca dolmuşu harekete geçirdi. Neden bilmiyordu ama çocuğun yüzündeki o ifade ona zevk vermişti. Oğlan çocuğu şöförün zafer sırıtışını unutamıyacaktı. Nasıl oldu? Düşünürken gerçekten de tuşa dokunmamış mıydı? Büyük aptallık! Affedilemezdi. Ama bu defa kazanma sırası ondaydı ve bundan emindi. Çünkü bu yolu tanıyordu. Bir sonra ki durağın yerini de biliyordu. Durağa yaklaştıkları sırada çocuk tuşa dokunuyordu ki annesi de elini uzattı ve onunla birlikte tuşa bastı. Nasıl yani? diye düşündü çocuk. Annem benim tarafımda mı yani? diye düşünürken durağa geldiler ve ön kapı açıldı. Çocuk zafer sırıtışını yüzünde hazırlamış şöförün ona doğru dönüp bakmasını beklerken annesinin sesini duydu : "Oğlum hadi ilerlesene. Bu bizim durağımız, burada inmemiz gerek.Hadi kızım gel kucağıma." diyerek kızına döndü ve onu kucağına aldı. Oğlan hayal kırıklığına uğramıştı. Savaş mağlubu gibi asık suratla üzgün olarak dolmuştan iniyordu. Ama asıl üzgün olan minik kızdı: "Anne burada biraz daha kalamaz mıyız?"

Enter Sandman

DREAM:
Kendimi insanoğlunu merak ederken buldum. Kızkardeşimin hediyesine karşı olan tepkileri çok garip. Neden güneşsiz topraklardan korkuyorlar? Doğmak ne kadar doğalsa ölmek de o kadar doğal. Ama ondan korkuyorlar, kaçınıyorlar, biçare gönlünü almaya çalışıyorlar.






LUCİFER- Miğferli yada miğfersiz senin burada hiç gücün yok... Hayallerin cehennemde ne gücü olabilir ki?

DREAM- Gücüm olmadığını mı söylüyorsun? Belki gerçeği dile getiriyorsun. Ama burada HAYALLERİN gücü yok diyorsun. Söyle bana Lucifer Sabah Yıldızı, hepiniz kendinize sorun. Eğer buraya hapsedilenler CENNET'İ HAYAL EDEMESELERDİ, CEHENNEMİN gücü olabilir miydi?



WILL(SHAXBERD)- Senin bu tanrı vergisi yeteneğine sahip olmak için herşeyi verirdim. Ben öldükten çok sonra bile insanlara hayaller kurdurabilmek için, herşeyden de fazlasını verirdim.




ERASMUS FRY- Yazarlar yalancıdır.


DREAM- Hayır sevgili Auberon. Başka hiç kimsenin ağzına almaya cüret edemediği gerçekleri dile getirmek bir soytarının imtiyazıdır.


DREAM- Herşeyin gerçekleşmiş olması gerekli değil. Saf gerçekler toz ve kül olup unutulduklarında, hikayeler ve hayaller ebedi olacak tek gölge gerçeklerdir.



DEATH- İlk canlı varolduğunda ben oradaydım, bekliyordum. En son canlı öldüğünde benim işim de bitmiş olacak. Sandalyeleri masaların üzerine kaldırıp, ışıkları kapatıp kainatı kilitleyeceğim ayrılırken.



DEATH- Kendi cehennemini kendin yaratırsın Rainie.


DEATH- Hayatının sahibi sensin Rainie, ölümünün de ve unutuluş dersen...? Korkarım öyle bir seçeneğin yok.



DEATH- Pardon. Hiç yardımcı olamadım. Görüşürüz...
(Death, Bay Mulligan ile yaptığı telefon görüşmesinden. Maske bölümü.)







Ölüm önümde bugün; hasta bir adamın iyileşmesi gibi hastalıktan sonra bir bahçede gezmek gibi.
Ölüm önümde bugün; Mürr'ün kokusu gibi. İyi bir rüzgarda bir yelkenli olmak iyidir.
Ölüm önümde bugün; akıntının rotası gibi savaş kalesinde evine dönen bir adam gibi.
Ölüm önümde bugün; yıllarca esir olan bir adamın evine olan hasreti gibi.




cenkozgenn zamanında demiş ki;
anlatıcı : cehennem ateşi yoktur onu kendi günahınla ateşlersin... peki şimdi bir soru ne kadar ateşe dayanabilirsin??
--tam o andan seyirci* lerden biri atladı---
seyirci: şeytan Allegra Geller** 'eye ölüm.

--anlatıcı döndü seyirciye --
anlatıcı: seytan, sadece insandır. seytan diye bir şey yoktur. her insanın içinde biraz seytan vardır. kendinin de sahip olduğun bir vasıftan dolayı baskasını suçlaman oldukça budala bir hareket. işte bu yüzden burdasın ve görevin bitti, şimdi git, o seytan ı bul..

dinleyici : (dinleyici çok dinlemişti ve artık sıkılmıstı) HAYIR.
hayır ded ama devamını getirecek kudreti kendinde bulamamıştı ki zaten yoktu. çünkü o hep dinlemişti onun uzmanlığı buydu.. ve oturdu.. belki duyduklarından bir kaç cümle oluştursa durumu kurtaraktı ama bunu anlatıcı hemen farkedekti. çünkü söyleyeceği her şey anlatıcıdan duyduklarıydı mecburen. o anlatırdı o da dinlerdi.

anlatıcı : hayır diye bir sey yoktur. hayır sadece evetin zıtlığı yani sıfır olma halidir. tıpkı soğuk gibi...şimdi yaklaş ey izleyici.. ve anlat neler gördün orda..

izleyici ( izleyici artık anlatıcı olmustu, anlatması gerekiyordu cünkü anlatıcı bunu söylemişti)
anlatıcı : her yer insan her yer gözlük her yer kan gıybet ihanet ve her yer kibir. insanlar kibir yiyip kibir içiyorlar ve kimse bunu hazmedemiyor herkes kusuyor. herkes kibir kusuyor. o artık yataklarında, o artık kulaklarında. duydukları herşeyi kibirli duyuyorlar ve o artık agızlarında, her kelime kibirli cıkıyor. o artık vücudların, onlara ait olmayanla birlikte. herkesin bir evreni var, kibirlen inşa edilmiş. harçları kibir.
anlatıcı ( esas olan) : ya arınmış olanlar yada kirlenmemiş olan yok mu?
anlatıcı : evet. orda.gördüm. ama bulanmak üzereler ilk kez veya tekrar.ama bulanıyorlar her yer camur göz gözü görmüyor. gözler görmek için değil. gözler sehvet gözler irin..herkes sadece bir dudak payı bırakmış bardakta yaşam için. herkes herkesin içinde. bir başkası da geliyor ve gidiyor!! akıllarda hep o soru. kaç kişi???

anlatıcı ( esas olan) : kibirden an uzak 7 kadın ve 7 erkek seçmesi için bu 14 kişinin dışında en kibirsiz olanı seç. diğer insanlar yeterince cehennem yapacak kadar ateş biriktirmiş...............

* seyirci : bu dünya da değil. yeryüzüyle gökyüzü arasındaki birikimle dünyaya düşüyor bir kaç saniye. alevler geldiği yere yükseliyor.. yalvarıyor beni de götürün diye. aldığı tek cevap : "insanlardan yardım iste, " oluyor

** Allegra Geller : eXistenZ filmindeki tasarımcı

ve bugün

bugün o kadar sıkılıp kasılıp kendime eziyet ettim ki bir bakmışım aslında hiçbirşey düşünmemişim, yapmamışım. sadece boş boş vakit öldürmenin tadını cıkarmayı unutmuşum.

bu ilk yazım. sadece deneme ve alışma sürecim. çok fazla blog incelemedim. nasıl işler, nasıl ilerler pek bilgim yok ama zamanla öğreneceğime söz verip inanıyorum ki inanmak başarmanın yarısıdır falan filan. saygılar.