CANAVARLAR Garip Yaratıklar Kitabı



Christopher Dell' in Yapı Kredi Yayınları' ndan çıkan Canavarlar Garip Yaratıklar Kitabı kitabı ile masallarda olsun mitolojide olsun yer alan çeşitli medeniyetlerin farklı ama ortak yönleri olan yaratıklarından bahsetmektedir. Kitabı satın alalı bir buçuk yıl olmuştur sanırım. Sayın arkadaşım Çağlayan Barzo tavsiye etmişti ki bloglarından birisi olan Bir Paragfta görünce de tamam kesinlikle bu kitaptan bir tane de bende olmalı demiştim. Eh tabi kitaptan hemen edindim. Kitap görselleri ile beni benden aldı ve kendi kendime bu kitabı hemen bitirmemeliyim dedim. Sözümde de durdum.




İçindekileri tek tek yazmak yerine her zamanki üşengeçliğim sayesinde fotoğrafını çekip paylaşma kararı aldım ki yaptım da. Birinci konu Tanrılar ve Canavarlar -Kaostan doğan yaratıklar, canavar tanrılar, titan'lar, korkunç aztek tanrılarını uzun uzadıya anlatmadan görsellerle ve görsellerin kaynakları ile ilgi çekici bir şekilde yazılmış. Tanrılar denilince zaten ilk akla gelen Mısır tanrıları ve Yunan tanrılarıdır. Ayrıca kitapta kısaca bahsi geçilse de bu aralar vizyonda olan Titanların Öfkesi' nin de aslına ne kadar sadık kaldığını gözlemlemiş oluyoruz.

Kali ve iblisler konulu guvaş resimi Kangra okulu, 18.yüzyıl, C.L. Bharany Koleksiyonu, Yeni Delhi.

İkinci konu Şeytanlar ve İblisler ki burada gerek medeniyetler gerek dinler açısından olsun insanların zaman içerisinde en çok etkilendiği bazı varlıkların yine görselleri ile yer verilmiş. Görsellerin çokluğu ve ilgi çekiciliği hangisini eklemeliyim, bunu da eklesem, şunu da ekleyeyim derken tüm kitabın görsellerine paylaşmama neden olacağından korktuğum için kendimi durdurmaya çalışıyorum. Lakin görseller gerek zamanının iyi ressamlarının elinden çıkma olsun gerek kabartmalar olsun gerek ahşap baskılar olsun ya da bir destanı anlatıyor olsun hangi zamanda yapıldığı önemli değil o dönemin insanlarının korkusunu yansıttığı açıktır. Bilinmezliğin yarattığı korku sonucu ortaya çıkmış olduğuna inandığım yaratıklar...



Üçüncü konu ise Büyülü Canavarlar olarak geçiyor. Uzak doğunun- gerek Hindistan gerekse Çin ya da Japonya olsun bu konularda aslında Avrupa' dan daha başarılı olduğunu düşünmeye başladım. Belki de kitabın ağırlıklı olarak uzak doğu canavarlarından bahsetmesinden sebep olabilir. Avrupa yaratıkları karabasanlar, hortlaklar, vampirler, kurt adamlar ve ejderhalar ki ejderhalar batı doğu olarak ikiye ayrılmış, bilindiği gibi Uzak Doğu'nun masallarında da ejderhalar yer almaktadır. Sonuçta Arapların masallarında, korku hikayelerinde yer alan ve beni cidden etkileyen bir çok iblis, canavar bulunmaktadır. Ama kitapta onlara denk gelmedim.

Henry Fuseli - Titania Embracing Bottom 1793 (detay)

İçindekiler sayfasının her köşesinde bir yaratık yer almaktadır. Yazarın titizliğinden olduğunu düşünmekteyim her yaratığın bölüm sonlarında sayfa numarasından ayrıntısına kadar hangi canavarın hangi kaynaktan alındığı ve çizimin kime ait olduğu, hangi dönemlerde çizildiği ve şuan nerede sergilendiği ya da muhafaza edildiği yer almaktadır. Bu benim için önemlidir çünkü o görsellere bakıp hangi medeniyetin bir yaratığı olduğunu ya da başka bilgileri bilmek isteyebilirim. O yüzden ben de buraya yapıştırırken çoğunun kaynakçada geçen bilgisini aktarmaya çalıştım.

Utagawa Kuniyosi "Oki no Jiro'nun bir tengu'yu oldurusu" tahta baski resim 19.yy ilk yarisi (detay)

Her zaman için bilinmezlik bir korku unsuru olmuştur. Bu gerek gökyüzünün sonsuzluğu gerek denizin sonsuzluğu gerekse karanlığın sonsuzluğu olsun hepsinin ortak noktası sınırlarını göremediğimiz için bilinmezlik yaratması. Beynimizin de bu sırada boş durmaması ile inancımız doğrultusunda zihnimizde bir çok çeşitte kötülük yaratmamız sonucu bunların var olmasıdır. Bir çoğu da bazı insanların kahramanlıklarını kanıtlamak, daha da güçlendirmek için anlatılan destanları süsleyen yaratıklar olmuşlardır. Özellikle de ejderhalar bir çok Avrupa destanında halkı rahatsız eden bir unsurdur ve bu yaratıktan kurtulmaları için bir kurtarıcı gelir ve ejderhayı öldürerek yoluna devam eder.

Utagawa Kuniyosi, "Prenses Takiyaşa'nın Mitsukuni'yi Korkutmak İçin Bir İskelet Hayaletini Yardıma Çağırışı", 1844 (detay)

Bu yaratıkların kimisi gerçekten kötü niyetli, kimisi ise çoğunlukla kötü niyetli olmasına rağmen sadece insanları korkutup kaçırarak eğlenen muzip yaratıklar olarak anlatılmıştır. Kimisi açlığından, kimisi bölgesine girdiğinden saldırmıştır olarak yazılır. Ama kesinlikle hiç biri sevimli değildir. Hatta oturduğum yerden görsellerine baktığım için olsa gerek kimisi bence komiktir. Ama çoğunlukla çirkin ve tiksindiricilerdir. Özellikle de insanı tedirgin eden insan vücutlu ama hayvan başlı olanlar gibi... Bunun yanı sıra yazar kurt adamlar ve vampirlerden de bahsetmiştir. Ve kitabın sonundaki Canavar Kavimler ciddi anlamda ibretliktir diyeceğim ama bir yandan da o zamandaki insanlarla dalga geçiyormuşum gibi hissetmeme engel olamıyorum. O zamanlar dünya üzerinde keşfedilmemiş, gidilmemiş uzak diyarların bilinmezliği insanlara bu tür kavimler yaratmalarına neden olmuş olsa gerek diye düşünmekteyim. Şimdilerde ise gelişmiş ülkelerde ancak bu tür düşüncelere insanlar batıl inanç olarak bakmakta lakin belki de Japonların korku filmlerinde bu kadar iyi olmalarının sebebi hala o batıl inançlarına tutunuyor olmaları olabilir mi diye aklıma gelmedi değil. Çok karışık bir yazı oldu ama oldu.

Olaus Magnus, Carta Marina 1539 (detay)

1602





Marvel'ın isteği üzerine Neil Gaiman'ın hikayesi ve Andy Kubert ile Richard Isanove çizimleri ile meydana gelen; ülkemizde Gerekli Şeyler'den çıkan 1602 ciddi anlamda beklemediğim gibiydi. Beklemediğim gibi dedim çünkü Neil Gaiman' ın kendine uyarlamasını bekledim yani daha mistik bir hava düşündüm lakin o ise kendini Marvel karakterlerine uyarlamış-eh zaten amaç buydu yani niye bu kadar azimle kendimi mitolojik karakterler beklentisine soktuysam... İlk başlarda azimle kafamdaki gibi ne zaman olacak diye bekledim ama sonra beni şaşırtan yerler ile bir baktım hikayenin sonuna gelmiştim ve Neil Gaiman'ın sonsözünü okuyordum. Sonsözde de zaten durumdan bahsetmiş: "Sonradan duyduğuma göre insanlar bunun bir Sandman olmadığını söylemişlerdi. Ben de böylece rahatladım. Çünkü gerçekten bu çizgi romanın bir Sandman olmaması için çok uğraştım."






"400 yıl öncesinin Marvel Evrenindeyiz ve sebebi bilinmedik bir biçimde insanlar ve olaylar, olmaları gereken zamanın dışında karşımıza çıkıyorlar." İşte burada da karakterlerimizle karşılaşıyoruz. Kalkıp karakterlerin tek tek fotoğrafını ekleyip bu işte bu karakter demeyeceğim çünkü benim için sürpriz olan belki sizin için de sürpriz olacaktır ve bunu bozmak istemem. Ama tabi ki de ilk akla gelenler ya da hemen özellikleri, güçleri ve yetenekleri ile kendini belli edenlerden birkaçı görselde de görülmektedir(x-men, spider-man, fantastik dörtlü, daredevil gibi...)





Ah az kalsın unutuyordum tek bir sürpriz karakter çıkmıyor ki. Sonlara doğru hiç beklenmedik anda gruba katılan ve en başından beri olayların içinde olan ki marvel karakterleri içinde gerçekten sevdiğim karakter aslında beni kitaba bağlayan sebeplerden oldular.
Ve tabi bir de hala çözemediğim 400 yıl öncesinde olan Marvel evreni içinde Neil Gaiman'ın eklemeyi gerekli bulduğu şu minik dinozorlar var. Ama onlara çok takılmayalım.

Neil Gaiman'ın sonsözde yazdığı gibi içeriğine bir anda karar vermesine vesile olan 11 Eylül saldırısından sebep hikayede uçaklar, gökdelenler, bombalar ve silahlar yoktur. Ama o minik dinozorlar vardır. : )

Biraz daha yazarsam anlatmamam gereken ayrıntılara girebilirim o yüzden meraklısına tavsiyemdir: okuyunuz.

Julia



Kadıköy'deki Gerekli Şeyler'den tesadüfen satın aldığım bu kitap için maalesef adam akıllı bir yazı çıkaramadım. Hoş son dönem yazdıklarıma bakıyorum da aklımı pek toparlayamadığım açık. Daha fazla devrik cümle kurmadan, Julia ile ilgili yazıların olduğu bloglardan bulduklarımı izin almadan ama kaynak belirtelerek yayınlama kararına vardım. Görseller okumuş olduğum kitaptandır. Kitapta 3 bölüm yer almaktaydı ki bölümleri anlatmamın bir anlamı yok. O yüzden yaptığım alıntılarla meydana gelen yazıyı okumak için lütfen şöyle buyrun...



Julia Kendall her ayrıntıyı değerlendirmeye çalışan, disiplinli ve insancıl bir kriminologdur. Aynı zamanda kedisini çok sever. Otuzlu yaşlarındaki Julia fazla makyaj yapmaz, aşırı şık giysiler yerine günlük ve sade giysileri tercih eder. Modern biridir. Kısa süreli birkaç aşk macerası olmuştur. Bu kısa süreli ilişkiler gözünü korkutmuştur biraz… O yüzden uzun süreli birlikteliklere sıcak bakmaz. Cinselliğin, “bir ilişkinin amacı değil tamamlayıcı” olduğuna inanmaktadır. Onun kâbuslarını, özel hayatındaki yalnızlığını izliyoruz.
İtalyanların çizgi roman geleneklerine uygun biçimde, Julia rolü Audrey Hepburn’a verilmiş, çeşitli tiplemelerde yüz ve fizik olarak yine Hollywood oyuncularına rastlıyoruz. Julia tek yaşamaktadır ama sürekli yanında Whoopi Goldberg’den ilham alınarak tasarlanmış olan kıpır kıpır yardımcısı karakteri vardır. John Malkovich’in hatlarıyla çizilegelen komiser ile de zıtlaşsalar da iyi bir takım oluşturmaktadırlar aslında.




Julia hikâyelerinde bir “dark city” atmosferi yaratıldığı görülüyor: karanlıklar, neonlar, izbe sokaklar, siluetler, mutsuz ve yorgun yüzlerle dolu umarsız bir şehir var başrolde. Hemen her hikâye farklı çizerler tarafından üretilmesine rağmen hepsini birbirine yakınlaştıran şey, miladı Caniff, Eisner ya da Hazard benzeri “sert” fırçaların ürkütücü siyah-beyaz karşıtlıklarına dayanan atmosferi iştahla ve ısrarlı biçimde vurgulamaları olabilir. Bu tekinsiz resim, Julia’nın üzerinde ağır bir “gerilim” karanlığı yaratıyor; kâbusları ve yalnızlıkları pekiştiren, suçları ve cezaları hazırlayan bir arkaplan hazırlıyor. Üstüne, hikâyeden çok Julia’nın psikolojisini didikleyen Berardi sosunu ekleyebiliriz. Ne Julia’da, kırılıp dökülen, kederli ve incinmiş, yaşadıklarını bir türlü içinden söküp atamayan, an’ı yaşayamayan bir kadın çıkartıyor karşımıza. Tanıdığımız, özdeşleşmeye müsait biri değil, ürkek ve çoğunlukla “kazanamayan” bir kahraman. Cinsellik taşıyor üzerinde ama bundan daha başka bir hali çağrıştırıyor; şefkat ve yardımcı olma duygusu yaratan bir ergen sanki. Denk düşer de kötü adama yumruğunu savurursa, Mister No uçarılığıyla hınzırlıklar yapan, gözünü budaktan esirgemeyen yakın dostu Leo Baxter kadar rahat olamıyor. Bir tabancayı nasıl kullanacağını bilmiyor, eline aldığında ayağını vurmaktan korkuyor.




En tehlikeli silahıysa sözleri, hem de açık ara; karşısındakini bilinçaltından tefrik eden, çözülmeye zorlayan, saldırgan ve meraklı sorular ve argümanlar seçiyor; hepsi sıkıntı veren huzursuz edici şeyler. Bir çocuk-kadın olarak hasbıhal ettiği insanlarda (ekseriyetle erkeklerde) haddini bildirme öfkesi yaratabiliyor. İşini yaparken sergilediği soğukkanlı, mesafeli ve anlayışlı Julia’nın bir başına kaldığında çektiği “acılar” ise okuyucuyla paylaşılıyor. O mağrur kadının nasıl elemle kıvrandığını, mahremiyetini gözetleyenler olarak biliyoruz. Çizgi romanda kahramanların psikolojilerini ilk betimleyenler, Amerikan süper-hero ekolünün üreticileri olmuştur. Sürekli kazanan ve haklı çıkan, her defasında kötülere galebe çalan, perhizci bir yaşama zorlanan o kostümlü kahramanların acılar çekebileceğini, psikonöretik sorunlarla dolu bir iç dünyaları olabileceğini akıl ederek ilk kez hikâyelerine katan Stan “The Man” Lee’dir. Bizim çizgi romanla ilgili beğeni kalıplarımız olan Fumetti kahramanları ise, istisna serüvenler dışında bu denli “deep”lere düşmezler. Berardi, işte bu yüzden farklı bir yorumcu, hem fumetti hem de “memleket” yemeklerinde. Julia’yı, gerçekçi kılan ve hikâyenin esası olan, yaşadığı serüvenler değil onun hayatı ve acıları aslında. Parçalanmış bir hayat yaşıyor. Eğreti aile bağları, hasret ve endişelerle deviniyor karelerde. Uyuşturucu müptelası olan mutsuz kızkardeşi, erkek arkadaşlarıyla yaptığı soğuk, kısa ve ürkek telefon konuşmaları ve uzakta, bir huzurevinde yaşayan büyükanneye yapılan haftasonu ziyaretleri anlatılıyor. Julia’nın, geçmişinden kalan her şey, içini döktüğü ve zafiyet gösterdiği, ama bir o kadar da “kendi” olduğu mutluluk “an”larının temelini oluşturuyor. Öte yanda, modern şehrin baskıcı rutinleri, sürekli çalışmak ve yaşamak zorunda olduğu “iş”lerin bitimsiz gerçekliği, başucunda eşik bekçisi gibi duruyor.




Berardi, çizgi romanın “kaçış aracı” olarak kullanılmasına karşı çıkarak şöyle diyor: “bulutlardan inmek gerekiyor ve bu bir ihtiyaç (...) artık hayattan kaçışı ya da kopuşu canlandırmayan kitaplar, filmler ve televizyon dizileriyle karşılaşmak beklenmedik bir durum haline geldi. Sanki yaşam sürekli kılık değiştiren, her şeyden uzak tuttuğumuz bir canavar”. İşte Julia’yı demir leblebi yapan da bu: hayatın içinde kalması.






Kaynaklar:

http://kulturelguncel.blogspot.com/2010/12/dedektif-julia-ve-av-avc-ekseninde.html


http://derinhakikatler.blogspot.com/2011/10/demir-leblebi-yeniden.html


http://loker.radiobrecht.org/2011/05/cizgi-roman-yayinlamak-kolay-is-degil/

PLATON BİR GÜN




PLATON BİR GÜN Kolunda Bir Ornitorenkle BARA GİRER...

Felsefeyi Mizah Yoluyla Anlamak
Thomas Catheart & Daniel Klein

Şimdi kalkıp kitabın konusu şu bu diyemem ki. Konu belli; felsefe. Metafizikden başlamış, etikten bahsetmiş, epistemoloji (bilgi teorisi), stoacılık, feminizm, görelilik, deneycilik, görelilikten metafelsefeye kadar bahsetmişler.




Ama kesinlikle eğlenceli bir kitap olduğunu söyleyebilirim. Sonuçta sizi sıkmamak ve muhtemelen kendileri de eğlenmek için çokça fıkralara yer verilmiş. Eh kalkıp deneycilik şöyle böyle anlatmak yerine bol bol fıkralara yer vermek istedim.




2+2=5
Hoş fıkra diyorum ama düşününce bazıları gerçek olabilecek kadar da akla yatkın, mantıklı. Evet hep bununla dalga geçilir ya da bir şekilde 2 ile 2'nin toplamı nasıl 5 olur denilir ama işte böyle 5 olur.





Veya kafamızın işleyişine, bakış açımıza göre şekillendirdiğimiz kalıpları bize gösteren fıkralar bulabiliriz. Mühendis kafası işte böyle bir fıkrayı paylaşmadan geçemezdim ki olmazsa olmazdır felsefe ve fıkra yanyana gelince tanrı mutlaka işin içine dahil edilir.



Zaman görecelidir. Aslında buradan konu Einstein'e geçer ama yok yok burada kalalım.




Felsefe olunca tabi ki de Tanrı olacak İsa olacak ve Musa olacaktır. Eh biz Müslümanlar biraz hassas insanlarız. Fıkralara Hz. Muhammedin dahil edilmesinden pek haz etmiyoruz ki çoğu kişi için bu bir tabu. Bilinmez olduğu için de ilk olarak günah denilir falan filan. Her neyse...





Ve insanın doğası... Yani şu blog siteleri neden var? Temelinde demek istiyorum; twitter olsun facebook olsun bir çok paylaşım sitelerinde bilgiden çok hayatımızı, neler yaptığımızı, nerelere gittiğimizi, kimlerle görüştüğümüzü, neleri sevdiğimizi paylaşıp üstüne konuşmaya bayıldığımız yerler... Neyse tamam felsefe yapmayacağım.




Kitabı bana hediye eden arkadaşıma çok teşekkür ederim. O satın almasa açıkçası kitabı edinmezdim. Böylece eğlenceli bir felsefe kitabından uzak kalmış olurdum.

Bu arada değinmeden geçemiyeceğim. Douglas Adams'ın Otostopçunun Galaksi Rehberini okumuş iseniz bunu da mutlaka okuyun derim yani benzer bir mizah hatta benzer bir üslup diyebilirim. Çünkü yer yer bana onu hatırlattı ki DNA da kitabında fizik ve felsefe üzerine çok eğlenmiştir. Kaldı ki filmini bile izleseniz yeter. (Filmin özgün ismi: Hitchhiker's Guide to the Galaxy Guide - youtube'dan ilgili bir örnek

Anadolu Manzaraları




Prof. Dr. Hikmet Birand'ın Tübitak Yayınları'nın Popüler Bilim Kitapları serisinden çıkan Anadolu Manzaraları isimli kitabından tesadüfen haberdar oldum. Kursa gittiğim bir gün Kadıköy çarşıdaki bir kitapçının kapısının önünde sergilediği kitapların arasında buldum. Ve şans bu ya kitabın içinden bir sayfa açtığım zaman karşıma ilk çıkan başlık Ankara Çiğdemi oldu. İsmimin Çiğdem olmasından sebep duruma duygusal yaklaşıp kitabı satın aldım ki zaten kitabın fiyatı eski para birimi üzerinden 600.000 TL olarak kalmış ki bu da benim için bir anı olacaktır diyerek kitabın içeriğinden olsun, yazarından olsun bir haber olarak çantama attım çıktım.

Kitabın arka kapağında tam olarak şöyle diyor;
"Prof. Dr. Hikmet Birand (1904-1972), İstanbul Halkalı Yüksek Ziraat Okulu’nu bitirdikten sonra Almanya’da Bonn Üniversitesi’nde doktorasını tamamlamıştır. Daha önce Alıç Ağacı ile Sohbetler kitabını da yayımladığımız Prof. Dr. Birand, bitki sosyolojisi bilim dalının ülkemizdeki kurucusudur. Anadolu Manzaraları kitabı, sudan toprağa, bozkırdan ağaca bir söyleşi düzeni içinde doğa sevgisinin anlatımıdır. İlk kez 1957 yılında yayımlanan ve her geçen gün değeri bir kat daha artan bu küçük ama önemli yapıtın okurlarımızın ilgisini çekeceğini umuyoruz."





Tübitak Yayınları olduğu için belki bir önyargınız olabilir. Anlatım dili ağır olur, bilimseldir, konuya hakim olmayan anlayamaz gibisinden ama hayır, hiç de öyle değil. Yani Prof. Dr. Hikmet Birand öylesine mütevazi bir dille yazmış ve edebi yanı ile öyle güzel süslemiş ki kısa hikayeler okur gibi zevk ve ilgiyle okudum diyebilirim. Bitki sosyolojisi üzerine ne bir bilgim ne de bir ilgim oldu ama şunu da diyebilirim ki kitabı okurken sıkıldığımı da hatırlamıyorum. Hatta tam aksine yer yer şaşırdığımı, ilgimi çektiğini söyleyebilirim. Genel kültür adına aklımda kalan bir kaç bilgi bile oldu.





Kitap çoğu yerde çocukluğumu hatırlattı. Belki de hala toprak yüzü görebilen şanslı insanlardan iseniz bu anlatılanlara birebir şahit oluyor, yaşıyor, normal kabul ediyorsunuzdur. Kesinlikle Anadolu'nun en güzel yanlarını bize teknik bir dil ile değil de kalbinin dili ile aktarmış sayın hocamız. Ve bu sayede ya da tipik vatan sevgimden, duygusal yapımdan sebep olsa gerek 120 sayfalık kitap okundukça benim için sürekli olarak büyüdü de büyüdü.

Zaten Birkaç Söz kısmında değerli hocamız şöyle demiştir;
"Gezilerimde not ettiğim müşahadelerimin, meslek ve ilim çevresini değil, herkesi ilgilendirebilecek yanlarını ayrı ve herkesin anlayabileceği bir dille yazmak, memleketin çeşitli peyzajlarının renklerini, güzelliklerini, oluşlarını, bozuluşlarını, neden ve nasıl bozulduklarını anlatmak, memleket tabiatını, çok da zor olduğunu bilerek, tasvir etmek istemiştim."



Prof. Dr. Hikmet Birand öyle güzel ayrıntılar vermiş ki insan ister istemez "aa benim de vardı." diyerek gülümseyebiliyorum. 1957 yılında yazılmış olmasına rağmen 80ler başında doğmuş olan ben yine de çocukluğuma ait anılar yakalayabilmem bence çok güzeldi. Sonuçta rahmetli hocamız sayesinde o döneme ait Anadolu hakkında bilgi edinebiliyoruz. Evet dedelerimizden de dinliyoruz ama ne kadar farklı bakış açısı o kadar çok ayrıntı demektir benim için. Ve bir bitki sosyolojisi bilim dalının yapı taşından Anadolu'nun belli yerlerine yapılan gezinin tadı da bir farklı.




Kitabın içinde yer yer çizimler mevcut. Gidilen yerlerden, yapılan yolculuklar sırasında görülen çobanlardan, kurak İç Anadoludan geçiş sırasında boylu boyunca uzanan bozkırlardan, yol kenarındaki bir atın mağduriyetinden ve yanındaki eşinin durumundan, yapraklara kadar daha bir çok çizim mevcut. O an bahsi geçen ne ise gözümüzde canlanmasını sağlayan ya da daha çok pekişmesini sağlayan çizimler bunlar. İşte o zaman her ne kadar bu kitap ile yeni tanımış olsam da değerli bir öğretim üyesi olduğuna kesinlikle inandığım Prof. Dr. Hikmet Birand'ın daha fazla kitabına ulaşma isteğim artmıştır. Ve çok klişe bir söz olacak ama KESİNLİKLE okumanızı tavsiye ederim.

ALLAH BENİM (En el Hak)





Mehmet Coral'ın kitabı olan Allah Benim "İçinde Allah'tan başka hiçbir şey kalmayan mistik İslam şehidi Hallac-ı Mansur'un evreni sarsan çığlığının romanı..." olarak tanımlanmış.

Sizin de fark edeceğiniz gibi yıllar geçmiş olmasına rağmen Allah Benim kelimesi müslüman bireylerde bir irkinti yada bir ilgi uyandıran kelimedir. Durup bir kitabı inceleme dürtüsü oluşturduğu aşikardır. En azından kitabı okuduğum süre içerisinde ister inanan olsun isterse de Allah'a inanmayan olsun çevremce bir "nasıl yani?" tepkisi almıştır. Kitabı çok beğendim diyemem. Açıkçası Mehmet Coral'ın daha bir ilgi ve beğeniyle okuduğum kitapları olmuştu (Konstantiniye'nin Yitik Günceleri).

Hallac-ı Mansur'un yaşadığı dönemde olsun günümüzde olsun hala tartışılmakta, kimi çevrecelerce hoşgörü ile karşılanır, anlamaya gidilirken kimi çevrelerce ise kesin ve net bir şekilde kabul edilemez görülmektedir. Kendimi düşününce bu öyle bir ince çizgi ki, günümüzde çıkıp vaizler verip şöyle Müslümanım böyle dinime bağlıyım diyenlerin sonunu görünce Hallc-ı Mansur günümüzde çıkıp gelse "işte bir şuursuz daha" derdim kesin diye düşünüyorum. Böylesine güvenimiz tüketilmişken... Ama yine de O'nun gibi düşünmediğim yerler yok değil yani Hacca gidip kabe etrafında turlamak, şeytanı taşlamak, bi taşa yüz sürmek, vs... Bir anlamda bunlar maneviyatı kaybetmek değil mi?








Ondan yıllar sonra yaşayıp, hoşgörüsü ile kucaklayan Mevlana aşkın gücünü ve etkisini bildiğinden olsa gerek Hallac-ı Mansur'u belki de en iyi anlayabilenden birisidir.

"En el Hak, sözünü sen söylemedin. 'O'nun şarabının esintisi söyledi, A koca Mansur. Hal böyle iken neden darağacındasın?" Mevlana / Divan-ı Kebir.



"...Allah, Hakk'ın ta kendisidir." Kuran / Hac suresi / 6.ayet



"Dikkat et!
Eymen vadisinde bir ağaç ansızın, 'Ben Allahım' diyebilmiştir.
Peki, 'Ben Allahım' sözü bir ağaçtan çıkınca makul görülüyor da, bir yüce benlikten çıkınca neden görülmüyor?
Neden? Niçin?...
Çünkü, bağlarından kurtulmuş bir benliğin sesi sedası, 'En el Hak'dan başka bir şey olamaz..." Molla Cami / Şebusteri