MELANTİS - Bölüm2

Melantis en sonunda bakışlarını Roland’dan alıp etrafa bakmaya başlar. “Hadi, gitmemiz gerek” der ama Roland iyice sinirlenir. “Bu kadarı da fazla!” diye içinden geçirir. Yine de sesini çıkarmadan toparlanır ve kızın peşine takılır. Tam ona “istersen atıma ikimiz binelim, daha hızlı gideriz” diyecekken nereden geldiğini anlayamadığı bembeyaz bir at önünde duruyordur. Roland bir rüya gördüğüne emindir. At bu dünyadan olamayacak kadar güzeldir. Tıpkı kızın olduğu gibi. Kızın üstünde beyaz, gümüş rengi ve mavi renkler vardır, atın da. Roland nedense kızda bulunan tuhaflıkları yeni fark etmeye başlamıştır. Kızın saçları gümüş rengidir ve aralara maviler saçılmıştır. Ve ilk gördüğü andan beri aynı derecede ıslaktırlar, gümüş rengi kirpikleri gibi. Kirpiklerinin ıslak oluşu kızın görünüşüne hüzün katıyordur. Gözleri bir su damlası kadar berrak, bir deniz kadar mavidir. Giysisi ise bembeyazdır. Mavi ve gümüş renk işlemeli değişik ama basit şekillerle süslenmiştir. Ayağında ise ne çarık ne de çizme vardır. Hatta atın toynaklarına baktığında onlarda da nal olmadığını görür. Kesinlikle bu dünyadan olmadıklarına karar verir. Atın bu şekilde yürümesi imkansızdır ki zaten at pek yürüyor gibi görünmüyordur. Sanki adımları yere bir iki parmak mesafe yukarıda görünmez bir zeminde yürüyor gibidir. Roland bu düşüncelerden sıyrıldığında ormanın iyice sıklaştığını yeni fark edebilir. “Umarım yolu biliyordur” diye iç geçirir. Nasıl oldu da hiç soru sormadan onun peşinden gidiyordu ki? Neye güveniyordu? Çocukken dinlediği Yağmur Melekleri ile ilgili olan hikayeye mi?
Neredeyse iki gün boyunca doğru düzgün konuşmadan yol almışlardır. Sadece Roland “artık dinlenmem gerek” diyor ve onlar da duruyorlardı. Melantis silahşoru izleyip onun gibi yere uzanıyor ama hiç uyumuyordu. Yemek konusunda ise sadece tatlarına bakıp bırakıyordu. Değişik bitki isimlerine takmıştı. Durmadan isimlerini Roland’a soruyor ve bitkiye bakara isimlerini defalarca tekrarlıyordur. Ne işe yaradıklarını öğreniyor ve bir süre komik yüz mimikleri eşliğinde bitkiye bakarak düşünüyordur. Bir de her bulduğu otun tadına bakmaması gerektiğini hala öğrenememişti. Ne var ki şükürler olsun şimdilik bir sorun çıkmamıştır. Silahşor bazen onun çok bilge birisi olduğunu düşünüyor fakat ne zaman konu bitkilere gelse yaptığı hatalar, komik davranışlar ve surat ifadeleri ile onun bir çocuktan farksız olduğunu düşünerek gülümsüyordur.
Dördüncü günün sonunda silahşor dayanamaz ve konuşmaya başlar: “Beni tanıyorsun ve benimle ilgili bir planın olduğu kesin ama neden bana hiç bir şey açıklamıyorsun? Tam dört gündür hiçbir soru sormadım, sen de bir şeyler söylemedin. Ve bu bitmek bilmez ormanda öylece yol alıyoruz. Zaman benim için çok önemli ve zamanımı neye harcadığımı öğrenmek istiyorum!” Melantis birazcık bozulur. Ama açıklama yapması gerektiğini düşünerek şöyle der: “Zamanını alıyorum ama sonucunda senin için değerli olan bir şeyi sana geri vereceğim. Sen değil miydin hayat bazı şeyleri benden almasını biliyorsa onun yerine küçükte olsa bir şeyler koyacaktır; bana sadece sabretmek düşer diyen?” Roland ne diyeceğini bilemez. Melantis haklıdır. Sevdiğini kaybettiği zaman tek avuntusu bu söz olmuştur. O an Roland’ın kendine yasakladığı konu bir anda etrafını sarar. Sanki “O” etrafında gezinmiş ve ardında kokusunu bırakmıştır. Her yer cashmir kokuyordur. Kendi kendine isyan ettiği zamanlardan birisini daha yaşıyordur. “Neden ben? Neden ben Rolandım?” Bu bedenden kurtuluşunun olmadığını çok iyi biliyordur ama şu anda basit bir köylü olmayı isterdi. Sevdikleriyle beraber basit ama mutlu bir yaşamı olsun isterdi. İşte yine başlamıştı ve bu acıya hemen bir son vermek istiyordur. Tam her şeyin koptuğunu hissettiği anda bütün bedenini kaplayan bir rahatlamanın ve huzurun dalgalar halinde yayıldığını hisseder. Gözlerini açtığında tek gördüğü Melantis ve etrafa saçtığı ışık ile yüzüne gelen cashmir kokulu meltemdir. Roland böyle bir ölümü düşlediğini anlar ve gerçekten vaktinin geldiğini düşünür. Ne var ki Melantis onun daha fazla acı çekmesine dayanamamış ve uyumasını sağlamıştır.

Duyumsananlar

Bir masalın sonunda ölüme aşkını anlatan kadın şöyle dedi:

Benimle konuşurken ki sesinde güveni duydum, ellerinde sahiplenmeyi tattım, bana sarıldığın zaman kollarında şefkati hissettim, kalp atışlarında heyecanını fark ettim, gülümseyerek alnıma yaklaşıp bir öpücük bırakan dudaklarından sevgiyi aldım, her daim içimi titreten bakışlarının sahibi gözlerinde huzuru buldum ve hiç beklemediğim bir sabah Onu kaybettim. Şu zamana kadar hep onu düşündüm, düşledim. Senden ümidimi kesmiş, hayatın sonsuzluğuna ağlarken sen geldin. Hoş geldin.

MELANTİS - Bölüm1

Silahşor uzun zamandır yürüyordur. Artık yorulduğunu hisseder ve dinlenmeye karar verir ki tam zamanında bir karardır. Çünkü şiddetli bir şekilde yağmur yağmaya başlamıştır. Hemen bir çınar ağacının altına sığınır. “Sığınmak! Doğa ile savaşamayacağına göre yine onun bir parçası olan bu heybetli ağaca sığınmak yapılacak en mantıklı iştir.” diye düşünür. Tam uykuya dalacakken nedense izlendiği hissine kapılır. Atını kontrol etmek için kalkıyormuş gibi yaparak etrafı da kontrol eder. Ama bir tuhaflık göremez. Ve tekrar ağacın altına uzanır. Uzandığında ağacın dallarına bakarak düşüncelere daldığında ağacın üstünde birisi olduğunu fark eder. Panik yağmasına gerek yoktur çünkü belli belirsiz siluetine bakılırsa fiziksel olarak zayıf bir varlık olduğunu düşünür. Tabi bir büyücü değil ise. Bildiği kadarıyla da büyücüler birilerini gözetlemek için ağaç tepelerine çıkmak zorunda kalmazlar. Yabancının kıpırdandığını fark eden silahşor elini kılıcına götürür. Fakat daha nasıl olduğunu anlayamadığı bir şekilde yabancı, ağacın dalından kendini aşağıya doğru bırakmıştır. Bir yağmur damlası kadar hızlı ama bir kar tanesi gibi de narin bir şekilde aşağıya doğru süzülmüştür. Silahşor ayağa kalktığında karşısında duran kızı görünce şaşırmıştır. Gerçekten çok hızlı olduğunu düşünür. Ayrıca bir o kadar da güzel. Bir elf olabileceğini düşünür ama nedense küçükken dinlediği Yağmur Melekleri ile ilgili olan hikayedeki kızı – Melanstis’ i hatırlar.
Kızın ona gülümsediğini görünce unuttuğu eski bir duygunun içini kapladığını hissetmiştir. O da kıza gülümser –ama acı bir gülümseme ile ve “Merhaba” der. Kız da ona gülümseyerek “Merhaba Roland” der. Bir anlık bir sessizlik olur. Silahşor bunu beklemiyordur. Kız silahşoru yeterli süre boyunca süzdükten sonra nasıl olduğunu ve nereye gittiğini sorar ama cevabı pek de ilgili bir şekilde dinlemez. Sorunun cevabını biliyordur ama sohbet olsun ve ortam yumuşasın diye sorduğu bellidir. Tek yaptığı dikkatli bir şekilde silahşoru incelemektir. “Aydınlık, nasıl küçük deliklerden bile görülebilirse küçücük şeyler de bir insanın karakterini öylece yansıtabilir.” düşüncesi ile kızın kendisini incelemesini anlamlandırır Roland. Ama dayanamayarak kıza kim olduğunu sorar. Kız, Rolandı incelemesini bölmeden, umursamaz bir şekilde “Melantis” der. Roland yeniden donup kalır. Kafasının içinde Melantis ismi yankılanıp duruyordur. “Bu gerçek olamaz, birisi bana oyun oynuyor olmalı” diye düşünür. Küçükken dinlediği masaldaki Melantis ile aynı olması bir tesadüftür yada kız da bu hikayeyi biliyordur ve kendince bir oyun oynuyordur. Çünkü Melantis sadece bir masal karakteridir. O an kızdan uzaklaşmak ister ama ismini nasıl bildiğini de merak eder. Kız bunu hissetmiş gibi gözlerini Roland’ın gözlerine yöneltir ve ona “oyun oynamıyorum” der. Roland bir kere daha donup kalmıştır. Bu kadarı da fazladır. “Neydi bu kız? Bir büyücü yada bir cadı ve onu tuzağına mı düşürmeye çalışıyordu? Belki de bunlar sadece benim paranoyamdır” diye düşünür Roland ve “benden ne istiyorsun?” diye sorar. Melantis, yüzünde gülümseme yerine artık ciddi bir ifade ile bakıyordur. “Sadece sabır istiyorum” der. Roland’ dan sabır istemektedir fakat sabrı dolmaya başlamıştır. Sinirli bir şekilde “nasıl yani?” diye sorar. Melantis sadece “sabırlı ol” der ve yine sessizlik olur. Roland nedenini bilmediği bir hisle ona daha fazla soru sormamasının doğru olacağını düşünür.

Kukla



İyi mi yaptı kötü mü yaptı bilemiyordu. Aslında eylemlerini gerçekleştirirken artık pek düşünmüyordu da. Anlık bir dürtü ile hareket ediyordu diyebiliriz. Sonuçlarını da çoğu zaman umursamıyordu. Peki ama bu halde nereye kadar gidilirdi ki? Onu da bilmiyordu. Sanki hayatı kontrolünde değildi. Hani az çok çoğu kişinin bir zaman olup da hissettiği gibi o da hayatının başkasının ellerine görünmez iplerle bağlanmış, kukla misali oynatıldığını düşünüyordu. Şu aralar kuklacısı pek bir keyifsiz olmalıydı diye düşünüyordu. Onu bir o yana bir bu yana amaçsızca savuruyordu. Üstelik sonucu bile göremeden başka bir tarafa kaçırıyordu. Aslında sonucu o da merak etmiyordu ya. Çünkü beklemeye tahammül edemiyordu. Çoğu zaman da kuklacı onu bir köşede öylece unutuveriyordu. Günlerce, haftalarca… Hiçbir şey yapmadan zamanın ilerleyişini izlettiriyordu. Kuklacısı onu, ekrana boş boş bakarken sağ köşedeki rakamların sonsuz döngüsüne katardı.
Ve şimdi yine öyle bir zamandaydı. Etrafa boş boş bakmaktaydı. Bu ipler akıla da hükmetmiyordu ya? Peki neden bu kadar karamsarlaşmıştı yoksa hep böyle miydi de şimdi mi sorgulamak aklına düşüvermişti. Nereye baksa hep acı varmış gibi geliyordu. Otobüsten inerken yanındaki teyzenin iki büklüm olmuş belinde acı vardı. Üst geçidin merdivenlerinden çıkarken basamaklara oturmuş genç dilenci kadının uzanan avuç içinde acı vardı. Üst geçidin üstünde bir şeyler satmaya çalışan amcanın dizlerinde de acı vardı. Annesinin elinden tutmuş ve annesi tarafından sürüklenen çocuğun yüzünde bile acı vardı. Peki ya şu sokak köpeği? Sanki onun bakışlarında da acı vardı. Bu kadarı da fazlaydı ama! Peki bu güneş her gün parlamaktan sıkılmaz mıydı? Bulutlar daha keyfi hareket edebiliyorlardı ama güneşin eli mahkumdu bir kere. İşte şimdi de güneş için üzülüyordu.
Hani hep derler ya hayat bir oyun sahnesi diye. Ama onun hayatı o kadar da ilgi gören bir oyun değildi sanırım. Ya o izleyicileri sahne ışıklarından göremiyordu ya da salon boştu. Her şey çok tuhaftı aslında. Yani yönetmen kimdi? Senaryoyu kim yazıyordu? Küçükken okuduğu bir kitap vardı. Kitapta sadece bir başlangıç vardı ama konu ilerledikçe okuyucunun önüne seçenekler çıkıyordu. Ve yazar seçenekleri doğrultusunda okuyucuya hangi sayfaya gitmesi gerektiğini söylüyordu. İşte onun için hayat da böyleydi. Bir kuklacısı vardı. Önceden yazılmış bir hikaye üzerinde kuklasını yaşatıyordu. Bazı seçenekleri kuklasına tanıyordu ki kuklanın kendi seçimleri varmış gibi gösteriyordu. Tam da bu düşüncelerinden sıyrıldığında master of puppets çalıyordu. Belki de çağrışım olmuştur diye düşündü ve sokaktan geçti gitti. O sırada kafeteryada olması gereken ama geç kaldığı için ankesörlü telefonda barmenle konuşan adam resmen can çekişmekteydi. Barmene orada sarışın bir kadın olup olmadığını sormaktaydı. Sarışın, çok güzel, otuzlu yaşlarında ve İsveç aksanıyla konuşan bir kadını soruyordu. Kısa bir süre önce aşık olduğu ve kötü giden hayatındaki tek mutluluğu idi bu kadın. Tek bağları ise her gün akşam sekizde buluştukları kafeterya idi. Adam bugün geç kalmıştı. Ve bir şekilde kadına ulaşması gerekiyordu. Bunun için de gürültü sokağın ortasındaki ankesörlü telefonda çabalıyordu. Barmen kafeteryanın çok kalabalık olduğunu ve şuan öyle birisini göremediğini söylüyordu. Oysa kadın barmenin tam karşısında duruyordu. Az önce hesabı ödemiş, kafeteryadan çıkmak üzere olduğu için paltosunu giyiniyordu. Barmen üzgünüm diyip telefonu kapattıktan sonra kadına iyi akşamlar dileyip işine döndü. Kadın da kocasına geri döndü. Adam da sevgilisine…