Alaycı Kuş -Açlık Oyunları Üçüncü Kitap-




Açlık Oyunları'nın son kitabı.
Suzanna Collins'in yazdıgı 3 kitaplık serinin sonuncu kitabını okumayı iki gün önce bitirmiş olmama rağmen şimdi buraya yazabiliyorum.
Açık konuşmak gerekirse ve her zaman ki gibi kitabın sonundan başına doğru yorumlayacagım için kitabın sonu için şunu diyebilirim: evet konuyu iyi toparlayıp aklımızda "eee şuna ne olacak, bu olay neden yarıda kesilmiş" gibisinden sorulara kesinlikle izin vermeyecek şekilde bitirilmiş olsa da ben sonunu beğenmedim. yani sanırım mutlu son olmadıgı için. evet kitabın sonunda mutlu son beklemeyin! kendime engel olmak istemiyorum bu konuda yani "yaaağ inanamıyoruuuuum kitabın sonunu söyledin polu oha falan oldum" gibisinden cümleleri istediğiniz kadar söyleyebilirsiniz. neyse ki olayları anlatmıyorum.

kitabın başına dönersem: evet kitabın basında olayları sündürdükçe sündürmüş sevgili yazarımız Suzanne Collins. yani hareketli ve sürükleyici bölümlere geçmem epeyce bir zaman, bir çok sayfayı geçmemden sonra oldu.

sayfa 11de ilki ile karşılaştığımız "Adım Katniss Everdeen. On yedi yaşındayım. Evim 12. Mıntıka'da. Açlık Oyunları'na katıldım. Kaçtım. Capitol benden nefret ediyor. Peeta esir alındı. Öldüğü sanılıyor. Büyük olasılıkla da öldü. Büyük olasılıkla ölmüş olması en iyi ihtimal..."
gibisinden kitap ilerledikçe ve olaylar değiştikçe zihninde durumlara göre konuları değiştirerek tekrarlamalarını yaparken zihnini açık tutan Alaycı Kuşu Katniss bana durmadan Resident Evil (Ölümcül Deney) isimli filmdeki Alice'in film başlangıçlarında olayları bize hatırlatma babındaki anlatımlarını anımsattı. belki bu sebepten yada kitabın gelecekte geçmesi nedeni ile ben ister istemez yine bu tür benzetmelerde bulunup bu seferde 3.kitabı Resident Evil ile bağdaştırdım. (İlk kitaptaydı sanırım orada da Mad Max benzetmesi yapmıştım. açlık oyunları ve çılgınlıkları...) bu sefer ki benzetme sebeplerimden biri belki de yerin altındaki 13. mıntıkada kitabın başlamasından dolayı olabilir. yerin altına doğru giden bir şehir... ve kitabın ilerleyen kısımlarında durmadan konusu geçen muttalar... yanılmıyorsam 2.kitapda da muttalar vardı ama bu sefer ki muttalar daha farklı ve daha çok Alice'in baş etmek zorunda kaldığı türdendiler. en azından yazarın tariflediği doğrultuda hayal dünyamda onları öyle tasarladım.



bu arada yayın evini tebrik ederim. gecen yıl kitap fuarında standta yakaladıgım görevliler her ne kadar bana ukala davranmış, beni germiş olsalar da sanırım şikayetimi dikkate almışlar ve bu sefer kelimelerde harf, hece eksikliği gibi hatalara yer vermemişler. teşekkürler.

evet biliyorum kitabın çok aman aman bir konusu yok. bu ne biçim kitap diyenler bu sadece olası bir gelecek senaryosu olarak görmemin yanında tabiki de bilimkurgu kitabı değil. tamamiyle fantastik kurgu sınıfında ve bence gerçek olabilme ihtimali düşük de olsa var. yozlaşmışız zaten gerisi de gelir nasılsa...

şimdi sırada Suzanne Collins'in Yeraltı Günlükleri Serisinin 1. kitabı olan Gregor ve Gri Kehanet var. ama o arada başka kitaplar... ne zaman kendimi yorgun hissederim o zaman beni yormayan akıcı anlatımı ve sürükleyici olayları ile bir Suzanne Collins kitabı daha okunabilir derim.

bu arada itiraf etmeliyim ki genelde kendimi karakterlerden birinin yerine koyarım. burada da evet kendimi baş karakterin yerine koydum yani ne yapabilirim ki onun kadar safdorik, çevresinde olup biteni göremeyen, her denilene inanan ve çoğu zaman duyguları ile hareket eden bu sebeple de ani kalkışlarda bulunup saçma sapan hareketlerde bulunan ama çoğu zaman da sezgilerinin kuvvetli olması ile doğru yönlere adım atarak durumu kötüye gitmeden kurtarabilen, çevresine güven vermesinin yanı sıra zaman zaman ne yapacagını bilemediğinde karamsarlığa kapılıp kendini bir dolaba kilitleyen bir tiptim. (bakınız tiptim diyorum) dolayısıyla o zamanlarıma tekabül eden hayatımdaki kişileri de bu kitapta çevremdekiler ile zihnimde bir eşleştirme yaptım. lakin eşleştirdiğim kişilerden gale ve peeta karakterleri ile hala görüşmeme rağmen hiçbir zaman öpüşmedim, sevgili yakınlaşmaları yaşamadım. yani katniss benden daha hızlı çıktı. hızlı da yaşadı zaten. ama genç ölmedi diyebilirim :)
-son-

Neverwhere / Yokyer




Neil Gaiman hayranı oldugumu bilmeyen kalmamıştır sanırım.
Pek tabiki bu eski bir kitap ama ülkemizde Neil Gaiman'ın çekilen filmleriyle ünlenmesi sonucu kitapları da değerlenmeye başladı diyebilirim. Sonuç olarak Neverwhere isimli kitabı ülkemizde Yokyer olarak basılıp satışa sunulmaya başlanılmış. Ben de kitapçıda görünce elimdeki kitabı bırakıp onu okumaya başladım.

Fantastik kurgu, gerçeklik dışı hayal ürünü karakterlerden ve olaylardan hoşlanmıyorsanız tabiki de ilginizi çekecek bir durum yok. Ama bir bakayım günümüzde yaşayan ve sihirli güçleri, büyü ile ilgili dünyaları olan varlıkların Neil Gaiman gözüyle Londra'nın masalsı dünyasının nemli sokaklarının altındaki kanalizasyonlarda nasıl geçiyormuş derseniz buyrun...
Neil Gaiman günümüzde ve bizim aramızda olan ama sıradışı yaşamlara ve sihirli yeteneklere sahip olduguna inandığı gerek mitolojik gerekse cok daha farklı güçleri ve dilleri konuşan karakterleri bize daha çok rock yıldızları havasında yada gotik tarzlarda sunmayı seviyor. Bir barbar conan yada orta dünya beklenilmemesi gerektiği için uyarımı yapıyorum.



Londra'da gayet normal bir hayat süren tipik bir İngiliz olan genç ve iyi kalpli Richard Mayhew her zamanki gibi hiç beklenilmedik bir anda karşısına gayet zararsız gibi çıkan genç bir kız Door'a yardım ederken dahil olması sonucu hiç de normal olmayan olaylar sonucu o gayet normal hayatı değişiverir. Ve yaptığı iyilik sonucunda istemese de normal hayatının dışına çıkarak "evine dönebilmek" için bir takım olayları atlatıp, hayatta sağ kalabilmek için sınavlardan geçmek üzere maceralar atlatır. Bu olaylar yaşanırken birçok kişiyle tanışır: Door, Marquis de Carabas, Bay Croup ve Bay Vandemar, İhtiyar Bailey, Anaesthesia, Avcı, Lamia, Islington...


İnsanlar sadece görmek istediklerini görür, var olduğuna inandığı yada inanmak istediklerini var ederler ya işte yazar da sanırım böyle düşünüyor. Gözümüzün önünde durupta göremediklerimiz, duyamadıklarımız, hissedemeyip anımsayamadıklarımız... Kitapta da durum böyledir. Aynı gerçek hayatta olduğu gibi. Bazen yazarların bir bildiği var da bizden mi saklıyorlar diyorum. Neil Gaiman'ın farklı gördüğü ve bizim de görmemiz için yazdığı bu kitaplar...



Karakterlerin kendilerine has ve insanı rahatsız etmeyip hatta benimseyip bir de üstüne "Aaa bunun gibi bir özellik, takıntı, rahatsızlık bende de var" dediğimiz olabiliyor. Genelde iyi adamı, hoş kadını beğeniriz ama bu sefer katil oldukları halde beğendiğim bir çift var. Bay Croup ve Bay Vandemar... Kesinlikle akla gelen diğer film, kitap yada oyun çiftleri gibi artık onlar da aklımda yer ettiler. Kendilerini gerçekten işlerinde olabilecek en iyi noktaya taşımış, bu işin reklamını yapmadan ama asırlarca zevk alarak bunu sürdüren tek bir kişi gibi olmuşlar. Ve bir de Islington var. Sırlarla dolu karakterler diyebilirim ve daha fazla da konuşmamam gerektiğini!



Kitabın içinde çizim olmadığı için fotoğrafını çekmedim. Ama internetten araştırdığımız zaman pek tabi bir çok sonuca ulaşabiliyoruz. Bu çizim de onlardan bir tanesi. Neil Gaiman'ın en sevdiğim yanı da bu. Karakterlerini bir nevi canladırması ama bunları çizim ile yapması. Gerçi yazarın anlatım tarzı ile karakterler sanki gözümüzün önündeymişçesine canlanıveriyorlar. Belki onun anlatım tarzından sebep yada yazarın istemiyle karakter çiziliverir. Graphic Novel denilen akımın başlaması... Pek tabi tüm çizimleri gözüm kapalı beğeniyorum diyemiyeceğim. Mesala Neverwhere için yapılan çizimlerden sadece Bay C ve Bay V nin çizimlerini beğendim. Ama bu üstteki çizimi pek sevemedim. Her zaman herşey benim beğeneceğim gibi olamaz ya...

Şimdi sırada hangi Neil Gaiman kitabının ülkemizde basıma gireceğini beklemekteyim. Keşke şu editörler Neil Gaiman ile iletişime geçip kitaba eklemek isteyebileceği çizim olup olmadığını da sorsalar da biz de kitabı okurken hayal dünyamıza renkler katılsa...

Aptal aptal sorular sormayın.

DNA'nın 5+1 serisinin son kitabı Kuşkucu Somon'dan bir bölüm... Okuyun diyorum neden diye sormayın işte. Neden olmasın?





İlhami Algör - fakat müzeyyen bu derin bir tutku





kitap şöyle iyi böyle iyi anlatmama gerek olduğunu sanmıyorum. eminim okumuşsunuzdur. değil mi? kitap bu aralar karşıma pek sık çıkmaya başlayınca okumak şart oldu diyip tekrardan bir okudum. her defasında oldugu gibi tadı damagımda kitabın sonunu gördüm.
herneyse işte. kitaptan bir kaç alıntı işte burada. :)







Dokuzlar Yasası - TERRY GOODKIND



"Fantastik kurguda bir ‘efsane’ olan Terry Goodkind’dan heyecanınızın hep dorukta kalacağı büyüleyici bir roman

“Hızlı, sürükleyici ve ürkütücü. Okuyucuyu nefessiz bırakacak!”
—Nelson DeMille

“Bir sonraki sayfayı iple çekeceğiniz sürükleyici bir macera.”
—Publishers Weekly

15 yıldır New York Times çok satan yazarı Terry Goodkind, zengin hikaye anlatımı ve unutulmayan karakterleriyle okurlarının gözünde sarsılmaz bir yer edindi. Şimdiyse Goodkind, bütün yeteneğini yılın en heyecanlı ve hayret verici ölçüde orijinal hikâyesini anlatmak için kullanıyor.

“O şey annene geldiğinde annen yirmi yedi yaşındaydı. Şimdi sen yirmi yedi yaşındasın ve o şey sana da geldi.”

Alex birden ürperdi, tüyleri diken diken oldu. Akıl hastalığı annesine yirmi yedi yaşında gelmişti. Yıllardan beri bildiği bu bodrum atölyesi şimdi onda klostrofobi duygusu uyandırıyordu.

27 yaşına basmak, belki bazıları için korkunç olabilir; ama Orta Batı’da zar zor geçinen bir ressam olan Alex için bu bir felaket.
Miras kalan büyük bir toprak parçası onu zengin ve mutlu bir adam yapmalıydı ama doğum günü, ismi ve henüz hayatını kurtardığı güzel kadın onu ve sevdiklerini- birden geri dönüşü olmayan büyük bir vahşetin hedefi haline getirdi."
alıntılandığı link.


İşte bir hayal kırıklığı daha. Gerçi kitabı alırken kendimi uyarmıştım. Ben bunu hep yapıyorum yani bak diyorum beklediğin gibi çıkmayabilir ama olsun diyip bir işe girişiyorum ve sonrası hüsran. Üstelik olaylar aynı tatsızlığında ilerlerken de of puf dememe rağmen “ama ya sonradan işler değişirse?” diyip azimle üstüne üstüne gidiyorum. Neyse işte öyle böyle derken kitabı okumayı dün bitirdim. Normalde kitabı okuyup bitirdiğim anda kitap elimde öylece bir süre durup kitabın tamamını ve beni şaşırtan, hüzünlendiren, tatmin eden yada ne bileyim beklemediğim memnun edici sonunu düşünürdüm ama dün eve dönerken kitap bittiğinde yola bakıp müzik dinledim. Sanki onca olayı, kitaba gelen övgülerde yer alan o sürükleyici macerayı ben okumamışım gibi.
500 sayfa boyunca insanın takdirini görebilecek bir cümle bile olmaz mı? Yok işte, elime kalemi alıp bir kere bile herhangi bir cümleyi işaretlememişim. Üstelik kitabın konusu da benim 8-9 yıl önceki çocuklukla yazdığım beyaz dizi tadındaki fantastik kurgu hikayem gibiydi. Yazarı da o kadar övmüşler, yere göğe sığdıramamışlar. Ne oldu da J. Salinger’in altın kurallarından şaşıp bu kitabı aldım bilmiyorum. Hep bu maymun iştahlılığım yüzünden biliyorum. Eve dönerken hissettiğim açlık yüzünden çantamda bulunan talaştan krakerler sevgili eti formlardan yerim de o an tatsız tuzsuz anlık doygunluk hissi verir ama sizi kesinlikle doyurmaz ya işte bu koca kitapta resmen öyleydi. 500 sayfanın sonunda siz hala açsınızdır. Bir de kalkıp Muz Sesleri’nin üstüne okudum diye mi böyle oldu anlamadım.
Bir de şu konu var: sevgili Pegasus yayınevini kitap fuarında gördüğümde yazın okuduğum onların yayınevinden çıkmış başka bir kitaptaki kelimelerin eksik harflerle yanlış yazımını dile getirmiştim oysa ki ama sanırım pek bir ciddiye almamışlar fakat kitabı okurken insanı acayip derecede rahatsız eden şu daktilo hataları bu kitapta iyice abartılmıştı. Bana dedikleri ise korsan kitap satın almadınız değil mi? Ahahaha evet korsan kitap alıyorum ve bir de üstüne üstlük yüzsüzlükle size gelip şikayette bulunuyorum demedim tabi ki de hayır dedim ve onlar da bunun üstüne dedikleri bize eksiklerin hangi sayfalarda olduğunu gösterirseniz size kitabın yenisini gönderelim oldu. İyi de yeni gelen kitap aynı basım ise o hataların olmaması gibi bir durum söz konusu olabilir mi acaba? Ayrıca ben kitaba kendimi kaptırmış harala gürele okurken bir de elimde kalemle oturup sizin eksik harflerinizi belirleyeceğim de sonrasında size bunları belirten bir e-posta mı göndereceğim? Hiç sanmıyorum. Bir daha o yayınevinin çıkardığı kitaplardan almam olur biter. Belki yaşlandığım zaman kendime sataşacak birilerini arayıp da her zaman şikayetlerde bulunduğum belediyelerden cevap alamadığım bir zamanımda yayınevlerine mektuplar yazmaya başlayabilirim. Ayrıca şuan işyerindeyim ve bağlantılardaki bir sorun yüzünden internete ve ortak paylaşım klasörlerine veee e-postalarıma bakamadığım için sıkıntımdan an itibariyle bu kadar çok konuştum. Sanırım şimdilik bu kadar.

Muz Sesleri - Ece Temelkuran



bir hevesle aldım bir an duraksadım nasıl ve ne alakalarımla okumaya devam ettim derken bir baktım kitapta ne kadar kadın karakter varsa hepsi oldum. ve maalesef bugün üzülerek kitabı bitirdim. hani iştahla yediğiniz tadına kokusuna doyamadıgınız abur cuburumsu yemegi yerken kavanozun dibini gördüğünüz zaman üzülür de kavanozu kaldırıp bir de altına bakar, sağını solunu evirip çevirip bakarsınız sonra da oflayıp elinizden bırakırsınız ama gözünüzün ucuyla da o kavanozdan başka var mı diye etrafa bakınırsınız. hah! işte bu duygu ve düşünceleri yaşadım. tabi kitap bitmişti ama benim merakım, heyecanım, iştahım bitmedi. bir de o heyecanla eve geldim anneme kitabı okumalısın bak şimdi bir deniz var bir filipina var bir şu var bu var o oluyor şunlar burada derken ağzımdan kitabın sonunu kaçırıverdim.
bu arada iştahım hala dinmedi. kitaptaki kişiler ve olaylardan bahsetmemek için zor tutuyorum kendimi çünkü her an aşırıya gidebilirim.



birçok farklı hikaye ama tek bir şehir, tek bir savaş, tek bir kader.
farklı bakış açılarını beni ciddi anlamda sarsmadıgı sürece kabul edilebilir gördüğümden midir yada yazara olan sevgim ve çoğu yazısında ona katıldıgım için midir bilmiyorum ama kitabı okurken her bir karakterin haklı bir sebebi oldugunu gördüm. kendi şartlarında... belki ben onlardan herhangisi birisi olsaydım belki ben de onların yaptıgını yapacaktım da dedim. ama bildiğim birşey varsa hiç bir zaman aşırılıklardan hoşlanmadıgım oldugu için sanırım şu poster konusuna yada aşırı hayranlık kısmını kendim için düşünemedim.

neyse kendi kendime konuşuyorum işte.
ama yazarı gördüğüm zaman diyecegim şudur ki: eee peki ya şimdi? kitabın devamı geliyor değil mi? ben doyamadım da...


- tanrım bir akşam sizinle yemeğe çıkalım size çıtlatacağım çok mühim meseleler var.


bir evde şömüne varsa salonda da çeşme olmalı mutlaka yan oda da koyunlar kuzular otlamalı.


duvarların keyfini kir sürüyor eşyaların zevkini toz


- tuzu uzatır mısın hayatım bana değil yarana


yüzlerimiz alınganlık ormanı eksiklik aşılıyor hor baktığına


ah insan yanımız en azınlık yanımız yanlarım ağrıyor


aramızda şuursuz üç harf aşk sisyphos’u iteleyip yoruyor.


aşk bir yara birimi iğne sakallı cerrah ayartılmaya teşne. ”


met üst - apartman haikuları

böyle işte. kitabın hepsini yazacak halim olmasın durayım.

Otostopçunun Galaksi Rehberi



Çoğu kişinin bildiği ve hayranı oldugu bir seriden gec de olsa bahsediyorum.
aslında tam olarak nereden başlayacagımı bilemiyorum.
5+1 kitaplık bir seri ve ayrıca bir de yetersiz ama komik buldugum bir filmi var.
espirilerine, olaylara yaklasımına ve kitapta yer alan karakterlerine kadar hayran kaldıgım bir kitap. bu yüzden de Douglas Adams a hayranım. toprağı bol olsun, huzur içinde uyusun.

kitap hakkında fazla bilgi için buradan buyrun

ve film hakkında da minik bir iki bilgi ve fotograf için buradan buyrun

ayrıca belki bu da ilginizi çekebilir



kitabın en ilgi çekici ve en cok sevip kendimi yakın hissettiğim karalteri ise Robot bir karakter olan Marvin. kesinlikle durup durup kitapta en çok güldüğüm bölümlerde marvinin olaylara yaklaşımları oldu.



Kitabı okumaya vaktim yok derseniz bir çok espiriyi kaçırırsınız ama tabi sizin bileceğinizdir diyip filmi izlemenizi de tavsiye ederim fakat kesinlikle ciddi bir kitap yada film beklemeyin. başından sonuna kadar en absürd espiriler ile evren ve tüm hayat ve tüm bildiklerimiz hakkında dalgasını gecen bir senaryo ile karşılacaksınızdır.





Ayrıca Douglas Adams'ın buradan ve buradan kitaplarında ettiği cümlelerden bir seçmece bulabilirsiniz.

Dost canlısı bir şekilde "dont panic" yazısı ile sizi karşılayacak kitap yada filmin sonunda gülümsüyor olacagınızı düşünüyorum.
Ve marvin in dediği gibi: gezegen kadar kocaman bir beynim var ve bana verdikleri şu işlere bakın. hayat cidden zor.




.
fotograflar tabiki de bana ait değiller.

Ateşi Yakalamak -Açlık Oyunları İkinci Kitap-




bir heyecan bir mutluluk ile başladıgım kitabı az önce okuyup bitirdim. -ikinci kitabın sonu- yazısını gördüm. lakin şuan ne bir alevli merak ne de başka birşey hissetmiyorum. sanırım pek bir yorgun oldugum için olabilir.
son kalan kısımı akşam fsm köprüsü çıkışında olan kaza nedeniyle sıkışan trafikte okudum diyebilirim. son kalan 5-6 sayfayı evde biraz önce tamamladım ama dediğim gibi kitabın sonu pek bir sönük mü kalmış yada insanoğlu olarak bu tür sonlara doyduk mu nedir bilemedim. yani bazı kısımlar o kadar tanıdık ve tatsız geldi ki...
neyse kalkıp kitabın sonunu anlatacak değilim.

ikinci kitap nedense birinci kitabın yanında bence sönük kalmış. yada o zaman ki ruh halimle şimdiki arasında fark var. bilemiyorum. belki de birinci kitap giriş kısmı idi ve hep bir sürü olaylar olur hani ve gelişme pek bir sıkıcıdır. işte bu ikinci kitap da bu sıkıcılığın azizliğine uğramış olabilir. tabi ikinci kitabın sonu için diyorum. kitabın sonu biraz hani klişe olmuş derler ya öyle bence.

ama kitap kesinlikle yormuyor. yani hergün akşam eve dönerken okudum ve bir kere bile basım beynim kaldırmıyor, burada ne diyor acaba demedim.

birinci kitapta oldugu gibi baş kahramanlarımıza bu kitapta eski dostlarının yanı sıra yeni arkadaşları da eşlik ediyor. beklenmedik olaylar ve adaletsiz dünyanın oyunları onları içine alıyor. ve başlıyorlar mücadele vermeye.

ikinci kitapta bir kere daha gördüm ki yazar cidden çok fazla derecede televizyondaki surviver tarzı yarışmaları izlemiş. ben de o tür yarışmaları hiç sevmem gerçi ya.
bir de nedense yazar bu sefer ikinci kitabında mad max havasından zerre kadar katamadığı için midir nedir pek de ilgimi çekmedi diyebilirim.
o zaman kısmet üçüncü kitaba...
ve karışık anlatımım için kusuruma bakmayın. zihnimi toparlayamadım.
haftasonu kitap fuarında belki görüşürüz.

Edgar Allan Poe



Bu aralar yollarda, metrobüslerde gecirdiğim zamanlarda okuduğum kitap Açlık Oyunları dışında bir de uyumadan önce çerezlik niyetine okudugum ilginç bir kitap daha var.
aslında neresi ilginç derseniz pek bir fikrim yok. yani sanırım çizgi romanlara yeniden mi ilgi çekmeye çalışmışlar yoksa neil gaiman ın sandmanın gördüğü ilgiden mi yola çıkmışlar yoksa bir sevap işleyelim de klasikleri çizgi roman haline getirip farklı bir uyarlama ile insanlara bir farklılık mı yapalım demişler bilemiyorum. ama sonuç olarak ilgimi çekti ve kiabı satın alıvermiştim.

tek bir çizerin elinden çıkma bir kitap değil. her hikaye için ayrı bir çizer yada birçok çizer tarafından kaleme alınıp herkesin kendi tarzında bize sunulmuş bir kitap. bazı hikayeleri uyarlanmış.




tabiki de kuzgun'a ayrı bir ilgi ve özen gösterilmiş. onun için 10 farklı çizer kalem tutmuş, kendi tarzlarında çizimler yapmışlar. ve hepsinin de yorumu farklı olmuş. iyi de olmuş hani. farklılıklar ve çeşit hoşuma gitmiştir her zaman.

yalnız bir de şu var ki bazı çizimler tabiki de zevkime uygun değillerdi. o yüzden elbetteki bazı hikayelerdeki çizimleri begenirken kimilerini de hikayelere uygun bulamadım bir türlü. herneyse. aslında çok da fazla anlatılacak birşey yok yani. edgar allan poe hikayeleri var içinde ki çoğu kişi e.a.poe yu biliyordur.




"Klasik, herkesin okumuş olmayı istediği, ama kimsenin okumak istemediği şeydir."
Mark Twain.

Çavdar Tarlasında Çocuklar




Yıllar yıllar önce bir sevdiceğim vardı. gerçekten onu sevmiştim aslında ki hala da severim ama olmadı işte. herneyse konu benim ilişkim değil. o sevdiceğim ki ismi Mehmet Fatih'dir, bana önerdiği birçok kitaptan nedense sadece Çavdar Tarlasında Çocuklar isimli kitap daha çok aklımda yer etmiştir. yıllar boyunca kitapçılarda olsun kitap fuarlarında olsun kitabı görüp satın almaya yeltensem de bir türlü olmadı işte. gecenlerde arkadaşım Hülya ile buluşmaya diye evden çıkma lütfünde bulunduğumda onu beklerken kitapçıya uğradım ve kitaplara bakınmaya başladım. kitaplara bakınırken Açlık Oyunları'nın ikinci kitabını gördüm. şöyle bir uzandım da sonradan aklım başıma geldi de aldıgım kararı hatırlayıp hemen o raftan uzaklaştım. (bugün birazcık konuşasım var sanırım ki uzattıkça uzatma meğilindeyim. kusuruma bakmayın.) kitapçıda gerilere doğru gittiğim zaman tam bana göre bir raf buldum. o kadar çok popüler olmamış ama ciddi anlamda bir maden olduğuna inandığım bir rafın karşısında duruyordum. bir kitap beğenmiştim ve çıkmaya hazırlanıyordum ki orada sarı sarı parlayan bu zevksiz kitap kapağı tasarımına sahip Çavdar Tarlasında Çoçuklar isimli kitap gözüme battı -pardon çarptı. Fatih'i hatırlayıvermiştim. ne kadar çok beğendiğini anlatışını falan. belki de artık kitabı almalıyım diyip kitabı satın aldım.
kitap zaten çok uzun uzadıya anlatılan bir konuya sahip değil. ağır bir dili de yok. belki bir ara canım sıkılır gibi olmuştu yani karakterimiz öyle heyecanlı olaylar yaşamıyor. Holden isimli 16 yaşındaki karakterimizin okuldan atıldığını öğrendikten sonra Noele 3gün kalan sürede ailesinin yanına gidene kadar başından geçen olayları kendi ağzından ve kendi bakış açısından okuyoruz. yani eğrisi yada doğrusu ile desem daha doğru olur sanırım. sonuçta ergenlik dönemindeki büyüklere ve yetişkin olmaya özenen, küfürü ağzından eksik etmeyen bir erkek çocugunun düşünceleri bunlar. tabi ki de yazar bunu çok iyi bir şekilde yanıstmış demeliyim. kitapta Holden'in arkadaşlarına olan yorumu, okuluna ve öğretmenlerine olan yorumu, ailesine olan yorumu, kız arkadaşları ve kızlar hakkındaki genel yorumu, yaşadığı şehir New York ve parklarındaki havuzun içinde yaşayan ördeklere olan yorumu, New York'un küçük barları ve oraya daha minik yerlerden gelip de bir ünlü aktör görür müyüz ümidini taşıyan kızlara olan yorumu, daha lüks yerlerdeki zengin insanlara olan yorumu, rahibeler hakkındaki yorumu, küçük çocuklar ve ilkokul koridorları hakkındaki yorumu ve çok sevdiği küçük kız kardeşi hakkındaki yorumlarını okuyoruz.
güzel bir kitaptı ama heyecan verici bir yanı yoktu desem umarım haksızlık yapmamış olurum. yine de farklı bir tadı vardı. mesala kız kardeşinin okuluna gittiğinde koridorların sanki geceden birisi işemiş de sabah da temizlik amaçlı silindiğinde kokunun daha beter olarak etrafa yayılmışçasına kokmasından bahsettiğinde evet dedim benim de zamanımda okulumuzun koridorları böyle berbat kokardı gibi bazı anılarımı canlandırdı hani.
herneyse çok konuştum.


fotoğrafı bu blogdan aşırdım buradan.

"Pek çok insanın hakkında konuştuğum için üzgünüm. Bildiğim tek şey; size anlattığım herkesi biraz özlüyorum. Bizim Stradlater'ı ve Ackley'i bile, sözgelimi. Sanırım o lanet Maurice'i bile özlüyorum. Sakın kimseye bir şey anlatmayın. Herkesi özlemeye başlıyorsunuz sonra."

Çavdar Tarlasında Çocuklar (Özgün adıyla: The Catcher in the Rye)
J. D. Salinger.

Açlık Oyunları -Birinci Kitap-



Suzanne Colins'in Açlık Oyunları serisinden birinci kitabını yazın girdiğim kitap koması sırasında tesadüfen kitapçıda görüp almıştım. Ve tabi vakti zamanında bir arkadaşımın tavsiyesi de bir anda aklıma geliverip bir de üstüne üstlük üstünde de "bestseller" yazısını görünce tereddütde bulunmadan hemen satın aldım.(Bu tip konularda çok safdirik olabiliyorum.)
Kitap hakkında hiçbir bilgim yoktu yani konusu nedir ne değildir... Kapağını açıp da kitabı okumaya başladığım zaman ilk kısımın başlığı HARAÇLAR olarak adlandırılmış. Yazar en başta bir takım ipuçları veriyor aslında. Katniss'in kalbine çok yakın bir karakter oldugundan ve bu kitabı yazarken etkilendiği etkenlerden bir sayfada kısaca bahsediyor. Çokça izlemiş olduğu Romalıların vakti zamanında idamları sosyal bir eğlenceye dönüştürme kabiliyetlerini dramatize eden gladyatör filmleri, çocukluğunda askeri uzman olan babasının onları tatillerde götürdüğü savaş alanları ve lise yıllarında bir kılıç dövüşü kumpanyasıyla çıktığı turnenin onda bıraktıgı izlerden söz ediyor.
Kitaba bu ön bilgilerle başlarken nedense geçmiş bir zamanda (ortadünya gibi bir yerde) geçiyordur diye düşünmüştüm fakat kitaba başladığım zaman fikrim tamamiyle değişti. Bu seferde illa da birşeylere benzetecek, bir zaman dilimine yerleştirmeye şartlanmış beynim sayesinde Mad Max (Çılgın Max) filmindeki gibi bir atmosfer düşünüverdim. Bir de bir türlü ismini hatırlayamadığım ve ortaokul zamanlarımdayken izlediğim bir filmi hatırladım ama televizyonda bir kere izlemiştim bir daha da gösterildiğini hiç görmediğim bir film aklıma gelivermişti. Alakasız olacak ama filmdeki konu şöyleydi: Geleceğin o pis ve kokuşmuş dünyasında herkesin susuz ama bol bol pisliğe sahip oldugu, zenginin çok zengin fakirin ise çok fakir oldugu bir zamanda bu zengin insanlar kendilerine eğlence olarak sokaklarda yaşayan fakir insanlardan genç olanlarından topluyorlardı diye hatırlıyorum. Belki de suç işlemiş olanlarında seçiyorlardır. Net hatırlamıyorum. Herneyse bu topladıkları elleri yüzleri kir içindeki dağınık saçlı aç ve yabani insanları bir sete topluyorlar. Bu seti öyle dizayn etmişler ki bildiğiniz savaş meydanı olacak şekilde ama bir sokak görünümünde. Gerisini anlamışsınızdır sanırım. Hayatta kalmayı başarana özgürlüğünü geri veriyorlar ama tabi hayatta kalabilirlerse... Zengin insanlar da bu görsel şovu her gece bir eğlence olarak izliyorlar. İşte kitabı da okumaya başlayıp da belli bir yere geldiğimde bunları düşünmeye başlamıştım ki eğer bu tip filmler hoşunuza gidiyorsa kitap da ilginizi çekebilecektir diye düşünüyorum. Yeri gelmişken söylemek isterim ki Mad Max serisini denk geldikçe hala oturup izlerim. Çünkü sonumuz öyle olacak. Çok az bir zaman sonra...
Velhasıl öyleydi böyleydi derken olayların heyecanı ve yazarın sizi yormayan anlatımı ile yazın deniz kenarına gidip de kitabı elimden bırakamadığım için güneş battıktan sonra "aaa deniz" diyip aklımda Katniss ve devamında onu nelerin beklediği ile ilgili tahminlerimle 2-3 gün geçirdim. Kitap bittiğinde ise çıldırmak üzereydim. Yazarın bu kadar gıcık olabileceğini tahmin edemezdim. Bunu nasıl yapar dedim durdum. Birinci kitabı öyle bir yerde bitirmişti ki çıldırmamak elde değildi. Özellikle de benim durumumda birisi için kaçınılmazdı. Şehir merkezine uzaklığımı geçin büyük bir şehirde değildim. Hatta şehir bile değil kasaba yakınlarındaydım. Orada birinci kitabı tesadüfen bulmuşum ki bir tane kalmıştı kitabın ağzı burnu kaymış hafif ıslanmış durumdaydı ama yine de almıştım. Bir de şimdi oraya gidip adama desem bunun ikinci kitabı var mı? diye muhtemelen yok diyecekti. Ama dayanamadım. Gece atladım arabaya gittim ve tahmin ettiğim sonuç: adamda ikinci kitabı yoktu. Resmen öylece kalakalmıştım. Tabii merakımdan kudura kudura bir iki gün geçirdim. Bu aralarda okuduğum başka kitaplar olduğu için ikinci kitabı almayı erteliyorum. Çünkü eminim sevgili yazar Suzanne Collins aynı gıcıklığını ikinci kitabın da sonunda yapacaktır düşücesiyle üçüncü kitabın da raflarda yerini almasını bekleyerek gün sayıyorum.
Katniss gibi olabilmek de isterdim demeden edemiyeceğim. = )

HURT

Bir şekilde albümlerinin edinilmesi ve tüm şarkılarının dinlenilmesi gerek diyorum. Başka da söze gerek yok bence aslında. Bir de bu adamlar ne tür müzik yapar, nasıldır ki derseniz öncelikle ruh halinizi kontrol edin bir. Çünkü enerjiniz şarkı bittiği zaman dibe doğru gitmiş olacaktır. Sonra da hazır olduğunuzu düşündüğünüz zaman yan taraftaki minik play - oynat simgesi bulunan tuşa basın.


EEE? Nasıl?






.

Yolda




Mezarlık kitabım bitince gözüm dönmüş şekilde kitap kitap diye dolanıp duruyordum. Aksi gibi de ailecek yazlığa gidilmiş ve site yerleşim birimine arabasız gidilmeyecek uzaklıkta. Ne yapsam ne yapsam diye düşünürken kardeşimin arkadaşlarıyla vakit geçirmek için şehir merkezine gittiklerini duyunca hemen onu aradım. Tabi hangi kitabı almamı istersin diyince bir an için durdum. İşte bunu düşünmemiştim. O an aklımdaki tek şey ya kardeşimin tercihine bırakacagım o da kitapçıya bırakacak ve bana bu işte son popüler olanlardan mantığı ile beni okumaktan soğutabilecek bir kitap verecekti. Ama bir anda aklıma Buket Uzuner ismi geldi. Dedim "onun bir kitabı olsun ama..." ve okuduğum kitapları sıralamaya başladım ki hani bunlardan olmasın demek için. Ama kardeşimin ses tonundan anladım ki kafasını karıştırmıştım. Ve nihayet aklıma yazarın son kitabı olan Yolda geliverdi.
Akşam kardeşim geldiğinde hala kitap kitap diye sayıklamam geçmemişti. Böyle bir ruh halindeyken 160 sayfalık kitap şimdiden benim için üzücü bir sebepti. Ve şimdiden bu kitap da bitince ne yapacağım telaşı sarmıştı bile. O yüzden akşam sadece kitaba şöyle bir göz atmakla yetinmem gerektiğine karar verdim.



Kitap yedi kısa öyküden oluşuyor. Yedi farklı ülke/şehir ve yedi yolculuk öyküsü. Yolculuklarımız sırasında yolculuk boyunca yan yana, karşı karşıya oturduğumuz yabancılarla olan diyaloglar ve ilginç hikayeler. Ah dedim. Her zaman gezmek dolaşmak isterim ama şu ev delisi parçam yüzünden de kendimi hep eve kapatmam sanırım en büyük bahanem. Ben de Buket Uzuner sayesinde oturduğum yerden onun bakış açısı ve ağzından yedi farklı hikaye dinlerken yedi farklı ülke hakkında da az çok kişisel sayılabilecek bilgilere sahip oldum. Buradaki önemli olan yazarın anlatımı yani oldum olası Buket Uzuner'in kitaplarını sevmişimdir. Hayal kırıklığı yaşadığım bir kitabı olmadı. Ve her zaman etkilenmişimdir. ( Özellikle de Uzun Beyaz Bulut Gelibolu kitabının yeri benim için çok ayrıdır.) Eh haliyle bu kitabından da pek bir memnun halde bitirmiş olarak yüzümde bir gülümseme ile kitaplığa kaldırdım. Hatta bir de üstüne üstlük deli gibi kitap okuma isteğime Buket Uzuner'e bir şekilde birşeyler yazmalıyım hevesi eklenmişti. Tabiki de o dönem internet bağlantım olmadığı için oturduğum yerde öyle bir kurtlarım döktüm sessizce. Sanırım bu hevesimin sebebi sanki oturmuş bütün kitabı sadece bana yazmış gibi bir hissiyata kapılmama neden olan anlatımı yüzündendi. Yada tamamen benim uydurmam. Ama sonuç olarak Buket Hanıma olan okur sevgim daha çok artmıştı. İlk imza gününe gidişim tamamen raslantısal olmuştu fakat ikincisine hazırlıklı gitmek niyetinde olduğumu söyleyebilecek kadar olayı kendimce abartmış durumdayım. Hayatımda bir ilk bunu da itiraf etmek istiyorum.
Kitaba geri dönersem ki söylemek istediğim bir iki şey var. Daha önceki gezi kitaplarından birisinde olduğu gibi yine içinde konularla ilgili minik akılda kalıcı ve o ülkeyi simgeleyen resimler, objelerin çizimleri bulunmakta. Ve her öykünün sonunda da o ülkeye özel bir yemek tarifi. Evet yemek tarifleri var içinde. Sanırım eğlenceli bir ruh haliyle kitap yazmak böyle güzel sonuçlara varmanıza yardımcı oluyor diye düşünüyorum. Yemek tariflerinden birisini zaten kardeşimin menüsünde olup sevdiği bir çorbaydı. Diğerleri hakkında bilgim yok ve henüz hiçbirini yapmaya kalkışmadım ama o bildiğim tarif doğrultusunda diyebilirim ki bence diğer yemekler de gayet güzeldirler.
Ama kitap konusunda bir hayal kırıklığım var. Yani kitabı ilk gördüğümde böyle bir beklentim yoktu ama kitabı okuyup bitirdikden sonra keşke şöyle olsaymış dedim. Ama bu konu daha çok yayınevi ile ilgili. Muhtemelen yazarla da. Yani yazarın daha önceden okumuş olduğum bir gezi kitabının tasarımı cidden çok hoşuma gitmişti. Tam anlamıyla bir gezi not defteri havası verilmiş ve sanki kendi kişisel defterinize yapıştırdığınız minik resimler gibi eklemeler vardı. Evet bu kitap da minik resimler var ama defter havasında değildi işte.



Buket Uzuner'in Remzi Kitabevi'nden birinci basımı nisan 2000'de çıkan kitabı New York Seyir Defteri. Bu kitabın dizaynını oldum olası sevmişimdir. Yani bir gezi kitabı için uygun olabilecek en güzel tasarım olarak görmüşümdür. O yüzden de belki de Yolda isimli güzel kitabı için de keşke o da böyle bir tasarımla basılsaymış demeden edemedim.



Evet bir kitap değil iki kitaptan bahsetmek üzereyim. Hissediyorum az kaldı ve kendime hakim olamadım. Umarım ondan da bundan da derken kopuk kopuk ve karmakarışık bir şekilde anlatmamışımdır diyeceğim ama içimden bir ses çok geç diyor. =)

Mezarlık Kitabı




Neil Gaiman'ın son kitabı Mezarlık Kitabıyla tanıştırayım sizi. Belki de çoktan tanıştınız. Haziran ayında kitapçıya bu kitabı almak için gittiğim zaman diğer iki kitabı da nihayet satın alabilmiştim. Böylece yeni kitabı daha okumadan sevmiştim. Hemen orada kitabın içine baktığım da ise ikinci bir sevme sebebimle karşılaştım. Bu yazarımız bu kitabında da diğer kitaplarında olduğu gibi Dave McKean ile çalışmıştı. Kapak ve içindeki çizimler Dave McKean imzasını taşıyor. Eh böyle olunca kitaba olan ilgim, hemen okuma hevesim ve daha okumadan başlayan sevgim gittikçe artıyordu. Burada kitap eleştirisi yapmıyorum yada o konumda olan birisi değilim, sadece okuduğum kitaplardan konuşmak istediğim için burada bu kitaplar hakkında görüşlerimi belirtiyorum. Ve Neil Gaiman'ın şu zamana kadar okuduğum kitaplardan hiçbirinde hayal kırıklığı yaşamadığımı biliyorum. Özellikle benim için Amerikan Tanrıları isimli kitabı yanımdan ayırmayıp durmadan okunulası bir kitap niteliğindedir. Belki de bunların da etkisiyle Mezarlık Kitabını ne kadar kendime engel olmaya çalışsam da üç günde bitirdim. Bu benim için biraz yediğiniz yemeği çiğnemeden yutmak gibiydi. Kitabı bitirdiğim de ise keşke biraz daha olsaydı dedim. Hatta bu buruklukla ertesi gün kardeşimden gelirken bana kitap almasını istedim. Benim yaptığımı yapmayın. Kitabın resmen tadını uzun süre hissedemeden üstüne başka kitap... Neyse.

Karanlıkta bir el
bir bıçak tutuyordu.


Kitap sisli bir gecede başlıyor. Ve kitabın baş karakteri Nobody Owens'ın ilginç hayatının anlatamıyla devam ediyor. Yazar her zaman kelime oyunlarını sevmiştir. Özellikle Sandman serisinde karakterlerinin isimleriyle bunu her zaman göstermiştir. Kimsenin sahip olmadığı bu çocuk mezarlık ahalisinin onu kabullenmesi ve koruyucusu sayesinde mezarlıkda yaşamaya başlar. Tahmin ettiğiniz üzere bu pek de normal bir yaşam olmayacaktır. Yazarın hayal dünyası bu anormallikleri her zamanki gibi çekici kılıyor. Özellikle de karakterlerden bazılarının kişiliklerine imrendiğimi fark ettim. Sandman ve Amerikan Tanrılarında olduğu gibi...



Karakterin kitapta genellikle ismi kısaltılmış haliyle Bod olarak geçiyor. Bod'un bebekliğinden genç bir birey oluncaya kadar yaşadığı duygularını, meraklarını, masumane bir biçimde arkadaş edinme çabasını, keşiflerini, küçük çaplı huysuzluklarını, yaramazlıklarını, kısacası büyümesini zihnim yorulmadan okudum. Bir çocuğun yaşayabileceği en son yer bir mezarlıktır diye düşünülebilir fakat bu kitapta hiç de öyle değil. Hatta bence durum imrenilecek konumda.
"Boşluk ol, toz ol, rüya ol, rüzgar ol
Gece ol, karanlık ol, dilek ol, akıl ol
Şimdi görünmeksizin kay, süzül, kımılda,
Yukarıda, aşağıda, ortada, arada."
Neil Gaiman öyle olayları çok karıştırıp sonra da açmak gibi hevesleri, okuyucuya binbir türlü oyunlar oynamayı seven bir yazar değil. Minik süprizler, kelime oyunları ve daha çok mitolojik karakterleri şimdiki dünyada yaşayan karakterle bir şekilde yollarını kesiştirmeyi seviyor. Belki de kitaplarında hoşuma giden budur. Orta dünya yada ne bileyim başka bir eski zamanlardan kalma dünyada değil de içinde bulunduğumuz yada yakın geçmişte yaşanıyor olmasıdır. Sonuç olarak o klasik fantastik kurgu kitaplarından olarak görmüyorum. Ne karakterlerin mücadelesinde ne de olayların geçtiği zamanda...
Kitabı bitirdiğim zaman belki de devamı başka bir kitapla gelir diye ümitlendim açıkçası.




"Uyu benim küçük yavrum
Uyanana kadar uyu
Büyüdüğünde göreceksin bütün dünyayı
Şayet yanılmıyorsam tabii.

Bir sevgiliyi öp,
Biraz dans et,
Keşfet ismini
Ve gömülü hazineyi.

Yüzleş hayatınla
Acılarıyla, mutluluklarıyla,
Gidilmedik yol bırakma geriye."

Coraline




Ve ikinci kitap Coraline yada diğer basımdaki ismi ile Koralin. Bu konularda iki farklı basımı da alacak kadar aç gözlü olduğumu biliyorum. Kendime engel olamadım. Kitabı bir günde bitirmeme engel olamadığım gibi... Otobüs yolculuğu sırasında kitabın sonunu görmeden rahat edemiyeceğimi anlamam ya benim kişiliğimden kaynaklanıyordu yada kitabın sürükleyici gücünden. Belki de ikisi birden vardı.
Kitabın kapaklarına bakınca çocuklar için yazılmış bir kitap gibi durduğu doğru. Ama çocuklar için bir derece korkutucu olabilecek bir konusunu olduğunu düşünüyorum. Gerçi Yüzüklerin Efendisini izlemek için kurulduğumda henüz o dönemler okula başlamamış kuzenime izlemek istediğinden emin misin korkarsın bak yaratıklar var dediğimde aldığım cevap onların gerçek olmadığını bildiği için onu korkutamıyacakları olmuştu. O yüzdendir ki yeni nesil çocuklarının bu kitaptan pek korkacaklarını sanmıyorum. Ama yine de beni dehşete düşüren bölümleri olduğunu itiraf ediyorum. Özellikle de gözlerinin yerine iki düğme olan ve marketten kese kağıdı dolusu böcek alıp gelip çerez niyetine yiyen bir anne.



Coraline ailesi ile minik bir kasabaya taşınırlar. Taşındıkları binada üst katta yaşlı bir adam fareleri ile birlikte yaşamakta ve alt katta da zamanında gösteri dünyasının renkli ışıklarında yaşamış iki yaşlı kadın yaşamaktadır. Coraline çoğu zaman kendini yalnız hissetmektedir çünkü annesi de babası da kendi işleri ile meşguldürler. O da etrafı keşfe çıktığı zamanlarda komşularını ziyaret eder, evin etrafında sisden dolayı evin görüş açısından çıkmayacak şekilde gezintilere çıkıyordu. Tabi bu da ona yetmedi ve evin içinde kullanmadıkları salonda kilitli bir kapı keşfetti. Ve sonrası da tahmin edeceğiniz üzere anahtarın bulunmasıdır.



Kitabı okurken benim kabusum olan aynalarla bir bağlantı kurdum nedense. Hayatımızın normal akışında ilerleyen görünümü ve karanlıkta kalan hep korkularımızın barındığı soluk tarafı. Aynanın arkasından durup beni izleyen yansımamın ben olmak için birgün eline geçen ilk fırsatta beni ayna arkasına mahkum edip kendisinin gerçekliğime geçip herşeyi alt üst etmesini izlemek zorunda kalma fikri de benim korku senaryom. Sanırım aklımı yitirmediğim sürece bu gerçekleşmeyecek. Kitapta da Coraline yaşadıklarına teslim olmayıp öteki annenin isteklerine boyun eğmiyor ve kendi dünyasına gerçekliğine dönebiliyor. Film Türkiyede gösterildi mi bilmiyorum. Açıkçası araştırmadım da. Çünkü ne zaman okuduğum bir kitabın filmine gitsem hayal kırıklığı yaşıyorum. Adı üstünde yazarın tarifleri ile benim hayal dünyam birleşiyor. Başkasının hayal dünyası ile de çakışınca kırılıyor işte. Coraline'nın dünyasının benim hayalimdeki gibi kalmasını tercih ederek size kitabı okumanızı tavsiye edebilirim çünkü çok az vaktinizi alacak ve sade diliyle kafanızı yormayacak sadece hayal dünyanızda kıpırdanmaya sebep olabilecek diye düşünüyorum.

Sandman / Kısa Yaşamlar



Yazın okuduğum bu ilk kitap yada graphic novel denilen Sandman serisinin Türkiyedeki son sayısı Kısa Yaşamlar. Yaklaşık olarak 5 yıldır sanırım Neil Gaiman'ın yazdığı tüm kitapları severek okuduğumu biliyorum ki Sandman serisini oldum olası severim. Haliyle bu sayıyı da sevdim.









Kitap, biz normal insanların dünyasında hiçbir zaman fark etmediğimiz ama "onlar"la iç içe yaşadığımızı bize hatırlatıyor. "Onlar"dan kastım Endless Family (Sonsuzların) bireyleri. Bu 7 kardeşi yazar şöyle isimlendirmiş: Death, Dream, Delerium, Desire, Despair, Destiny, Destruction.



Aslında daha önceki iki blogumda Sandman kitaplarından alıntılar eklemiştim. Alıntıları buradan ve buradan okuyabilirsiniz.
Kitapta en cok sevdiğim bir karakter şudur diyemem. Ama tabiki de 7 kardeş içinden en cok kendimi Delerium-Hezeyan ile benzer buldum. Buna rağmen de en çok Death-Ölüm gibi bir karakterim olsun isterdim. Ve ayrıca Dream-Düş gibi bir arkadaşım. Hezeyan renkli saçı, darmadağan ve salaş giysileri ile dengesiz cümleleri isminin yeterliliğini sağlıyor. Ailenin de en küçük kardeşi olması nedeniyle olsa gerek etrafta her zaman amaçsızca dolaşıyormuş gibi bir havası vardır. Ama bu kitapda bir amacı var. Arada unutsa ve hedefini hatırlamak için yanına abisi Düşü de alsa onun için bu bir tür gezidir. Ölüm ise küçük kız kardeşinin aksine tamamiyle siyah giyinmekde ve boynunda her zaman sonsuzluk anahtarını taşımaktadır. Düş ve Ölüm tarz olarak 80lerin punkçıları gibidirler. Saçlarından ayakkabılarına kadar.



Şu zamana kadar ki kitaplardan gördüğüme göre Düş'ün hiçbir zaman mutlu ve uzun süreli bir ilişkisi olmadı. Ama az çok konusu geçse de diğer kardeşlerin hiçbirinin ilişkilerinden söz bile edilmemiş. Hatta bu kitabda Düş bir aşk yarası ile giriş yapar ve yolculuğu sırasında eski sevgililerinden birisi olan Bastet'i de ziyaret etmektedir.



Daha çok aile içi konuşmalara ve birbirlerini eleştirilerine tanık oluyoruz. Kardeşlerden kimisi acılarımız ile beslenirken kimileri de hırslarımız, arzularımdan enerji alıyor. Buna rağmen ölüm ve kader hiç görevlerini aksatmadan düzenlerine devam ediyorlar diye düşünüyorum. Tabiki de bunlar kendi düşüncelerim. Kitabı okuyan bir başkası çok farklı konulara değinecektir eminim. Ama şimdi kendimi kaybedip kitabı anlatmakdan korktuğum için böylesine bir saçmalamaya giriştim işte. Umarım sıkılmamışsınızdır. Yaz boyunca okuduğum kitaplar hakkında biraz konuşmak istedim. Belki ilginizi çeker düşüncesiyle... =)

love can...




love can make me silly
love can make me lazy
love can make me blindly
love can make me boundary
love can make me unhappily
love can make me bla bla bla...






artwork by THZ

Borabay Gölü




Haftasonu evde oturacagımıza dedik ki çıkalım göle gidelim. Ama unuttugumuz birsey vardı ki o da bir yaz haftasonu göle gitmeye kalkmak sakin ve huzurlu bir yere varamıyacagımızın en belirgin özelliği olması demekti. tasını tarağını toplayan resmen oraya kamp kurmuştu. tamam piknk güzeldir. eşin, dostun, çocuklarınla açık havada oturursun, hem eğlenir hem birşeyler yersin hem de fiziksel olarak ruhen olara da kendini daha iyi hissedersin ama o güzelim yeri de ahıra çevirmezsin!
göl kenarında balık tutmaya calısan bir kalabalık, içerilere doğru ise piknik yapan bir kalabalık ve onların attığı çöplerden karınlarını doyurmaya çalışan inekler... ağaçların sıklaştığı tarafa doğru yürüdüğümüzde ise poşet tarlaları...
bu güzelim manzara ile bizi karşılayan göle resmen ihanet ediliyordu. ve sakinleşmek için gittiğim gölde ruhum sıkılıp, huzurum kaçıp eve geri dönmüştüm. evet birileri ilgilenmeli ki ilgilinen de var aslında. yolda bir bekçi klubesinden cıkan bir amca bizden az da olsa bir para aldı. piknik alanı için cok guzel banklar, çöp atmak için ve bulaşıkların yıkanması için yer bile ayarlamışlar. ama insanların beyinlerinde çekiçin çiviyi çakması gibi çakacak bir hoparlör sistemi ile durmadan anons yapılması gereken düzenek yoktu. "Lütfen çöplerinizi çöp kutularına atınız! Nasıl bulmak istiyorsanız öyle bırakınız!" gölün içinde gördüğüm tabela, sandalye ve bir çok çöpten bahsetmek istemiyorum derken aslında söyledim bile.
sonbaharda bir daha gidip şansımı denemeyi düşünüyorum. sakinken belki bu kadar söylenmem. eğer amasya yada samsun tarafına yolunuz düşerse yada Ladik civarlarından geçerseniz aklınızda bulunsun. Ladik gölünü de görün tabi...
Borabay Gölü, Samsun'un Ladik ilçesine en fazla 30-40dk uzaklıkta bir mesafede bulunan vakti zamanın volkanın kriter gölüdür. Bazı yerlerde de baraj gölü olarak geçmektedir.
17.08.1999

cok uzun bir yolculuğun ardından gece 10 gibi evimize varmıştık. yorgunluk haliyle eşyaları kabaca yerleştirip herkes odasına dinlenmeye çekilmişti. o yorgunluğa rağmen gece yatagımın zangır zangır duvara vurması ile uyandım ve hemen ailemin odasına koşup deprem oluyor dedim ama deprem durmuştu zaten. neyse dedim hafif oldu. atlattık. ve daha ben odama dönmeden annemin telefonu çaldı. arayan dayımmış. biz iyiyiz bizi merak etmeyin dedikten sonra telefon kesilmiş. annem dayımın sesindeki panik yada tuhaflıktan olsa gerek hayırdır diyerek kalkıp onları tekrar aramak istediğinde çok geçti, çünkü telefonlar kitlenmişti bile. televizyonu açtığımızda ise bir iki kanal çoktan haberi duyurmaya başlamıştı bile. depremin rakamsal şiddeti bile gözüme korkutucu görünmüştü. ertesi gün ise asıl korkutucu yönüyle tanışmıştım. dayımla yengem o geceyi şanslı olan çok az insan gibi burunları kanamadan atlatmışlardı. hem de şans eseri. izmite taşınalı 2hafta bile olmamıştı ve eğer akıllarında kalan diğer eve taşınmış olsalardı yıkıntılar arasında kalacaklardı.

herkesin bu büyük depremle ilgili bir anısı vardır eminim. çanakkalede yaşadığımız lojmanda bile bir anda bir çok olay duymaya başlamıştım. hepsi de insanı dehşete düşüren, üzen... ve tam bir ay bile dolmadan izmite gittik. oradaki durum karşısında canım acıdı. kayıplar veren insanlar kadar olamasa da acıdı işte. ve her yıl 17 ağustos günü canımız acıyor. ölenlere Allah rahmet eylesin, yakınlarına da sabır versin.
ama asıl canımı yaktığı kadar sinirimi bozan ise 10 yıldan beri iyileştirme çalışması olarak neler yapıldı sorusunun cevapsız kalması diyebilirim. haberlerden izlediğim kadarıyla pek de yapılan birşey yok. tek dedikleri yıllardan beri süre gelen büyük bir istanbul depremi. evlerimizde koyun gibi oturup depremin olmasını bekliyoruz resmen. bir deprem anında neler yapmalıyız hakkında birçok fikir sunan bilir kişileri dinleyip ne kadar mantıklı diye kafamızda düşünüp tartıyoruz.
keşke iyimser bakabilseydim.

mim mim mim mim!


- kompiter mim ne demek?
+ mim mim mim mim!


galaksi otostopçusu Cenx tarafından mimlenmişim ve kompitere mim ne demek diye sordukdan sonra aldığım cevap doğrultusunda işe koyuldum. durumun şaşkınlığı ve heyecanı ile umarım elime yüzüme bulaştırmam. =)


-Hangi şehirde yaşıyorsun?
çoğu zamanım İstanbul'da geçtiği için İstanbul.


-Mesleğin?
Çevre mühendisi adı altında diplomalı çöpçü oldum lakin 1 yıldır evde vakit öldürüyorum.



-Blog yazmaya başlama kararını nasıl aldın?

açıkçası annem durmadan söyleyince tamam diyip blog yazmaya başladım. "o kadar bilgisayar başında vakit geçiriyorsun bari bir tane de blog sayfan olsun." demişti.


-Ne kadar süredir blog yazıyorsun?
sanırım ilkbahar başlangıcı idi. serin bir akşam üstü ilk adımı attıgımı anımsıyorum. =)



-Blogunu hangi sıklıkla ziyaret edersin?

hergün bakarım. hatta günde 2-3defa da olsa açar boş boş bakarım.


-Pc açıldığında blogunu açmak kaçıncı sıradaki iştir?
3 yada 4. işimdir.


-Başka bir blog sayfasında görüp aldığın bir şey ya da gittiğin bir yer oldu mu?
sanırım Samsundaki Körfez isimli pide yapan güzel yeri bir blog sayfasında görüp de gitmiştim. film yada müzik önerisinde bulunan bloglardan fikir aldıgım oldu diyebilirim.



-Bloğunda hangi konulardan bahsetmek seni mutlu eder?

ilk başlarda hayal ürünüm olan kısa yazılar, hoşuma giden alıntılar idi fakat şimdi kendimce paylaşmak istediğim herşeyi yazmak istiyorum.


-Bloglarda gördüğün diğer blog arkadaşlarını eklemekte seni cezbeden ne olur?
ilgimi çekmesi yeterli sanırım? =)


-Blog aracılığıyla para kazanma fikrine nasıl bakıyorsunuz?
öyle bir niyetim yok. zaten gel sana para verelim diye peşimden koşan da yok.


-Blog arkadaşlarınla buluşma, biraraya gelme fikrine ne dersin?
hiç aklıma düşmedi nedense. bak şimdi bu soru oldu mu? =)



-Bu soruları kimler cevaplasın?

eh sanırım pudra diyeceğim ona zahmet bana eziyet olacak ama...
ve lütfederler mi bilmiyorum ama karelidefter de cevaplarsa güzel olur.