Çavdar Tarlasında Çocuklar




Yıllar yıllar önce bir sevdiceğim vardı. gerçekten onu sevmiştim aslında ki hala da severim ama olmadı işte. herneyse konu benim ilişkim değil. o sevdiceğim ki ismi Mehmet Fatih'dir, bana önerdiği birçok kitaptan nedense sadece Çavdar Tarlasında Çocuklar isimli kitap daha çok aklımda yer etmiştir. yıllar boyunca kitapçılarda olsun kitap fuarlarında olsun kitabı görüp satın almaya yeltensem de bir türlü olmadı işte. gecenlerde arkadaşım Hülya ile buluşmaya diye evden çıkma lütfünde bulunduğumda onu beklerken kitapçıya uğradım ve kitaplara bakınmaya başladım. kitaplara bakınırken Açlık Oyunları'nın ikinci kitabını gördüm. şöyle bir uzandım da sonradan aklım başıma geldi de aldıgım kararı hatırlayıp hemen o raftan uzaklaştım. (bugün birazcık konuşasım var sanırım ki uzattıkça uzatma meğilindeyim. kusuruma bakmayın.) kitapçıda gerilere doğru gittiğim zaman tam bana göre bir raf buldum. o kadar çok popüler olmamış ama ciddi anlamda bir maden olduğuna inandığım bir rafın karşısında duruyordum. bir kitap beğenmiştim ve çıkmaya hazırlanıyordum ki orada sarı sarı parlayan bu zevksiz kitap kapağı tasarımına sahip Çavdar Tarlasında Çoçuklar isimli kitap gözüme battı -pardon çarptı. Fatih'i hatırlayıvermiştim. ne kadar çok beğendiğini anlatışını falan. belki de artık kitabı almalıyım diyip kitabı satın aldım.
kitap zaten çok uzun uzadıya anlatılan bir konuya sahip değil. ağır bir dili de yok. belki bir ara canım sıkılır gibi olmuştu yani karakterimiz öyle heyecanlı olaylar yaşamıyor. Holden isimli 16 yaşındaki karakterimizin okuldan atıldığını öğrendikten sonra Noele 3gün kalan sürede ailesinin yanına gidene kadar başından geçen olayları kendi ağzından ve kendi bakış açısından okuyoruz. yani eğrisi yada doğrusu ile desem daha doğru olur sanırım. sonuçta ergenlik dönemindeki büyüklere ve yetişkin olmaya özenen, küfürü ağzından eksik etmeyen bir erkek çocugunun düşünceleri bunlar. tabi ki de yazar bunu çok iyi bir şekilde yanıstmış demeliyim. kitapta Holden'in arkadaşlarına olan yorumu, okuluna ve öğretmenlerine olan yorumu, ailesine olan yorumu, kız arkadaşları ve kızlar hakkındaki genel yorumu, yaşadığı şehir New York ve parklarındaki havuzun içinde yaşayan ördeklere olan yorumu, New York'un küçük barları ve oraya daha minik yerlerden gelip de bir ünlü aktör görür müyüz ümidini taşıyan kızlara olan yorumu, daha lüks yerlerdeki zengin insanlara olan yorumu, rahibeler hakkındaki yorumu, küçük çocuklar ve ilkokul koridorları hakkındaki yorumu ve çok sevdiği küçük kız kardeşi hakkındaki yorumlarını okuyoruz.
güzel bir kitaptı ama heyecan verici bir yanı yoktu desem umarım haksızlık yapmamış olurum. yine de farklı bir tadı vardı. mesala kız kardeşinin okuluna gittiğinde koridorların sanki geceden birisi işemiş de sabah da temizlik amaçlı silindiğinde kokunun daha beter olarak etrafa yayılmışçasına kokmasından bahsettiğinde evet dedim benim de zamanımda okulumuzun koridorları böyle berbat kokardı gibi bazı anılarımı canlandırdı hani.
herneyse çok konuştum.


fotoğrafı bu blogdan aşırdım buradan.

"Pek çok insanın hakkında konuştuğum için üzgünüm. Bildiğim tek şey; size anlattığım herkesi biraz özlüyorum. Bizim Stradlater'ı ve Ackley'i bile, sözgelimi. Sanırım o lanet Maurice'i bile özlüyorum. Sakın kimseye bir şey anlatmayın. Herkesi özlemeye başlıyorsunuz sonra."

Çavdar Tarlasında Çocuklar (Özgün adıyla: The Catcher in the Rye)
J. D. Salinger.

Açlık Oyunları -Birinci Kitap-



Suzanne Colins'in Açlık Oyunları serisinden birinci kitabını yazın girdiğim kitap koması sırasında tesadüfen kitapçıda görüp almıştım. Ve tabi vakti zamanında bir arkadaşımın tavsiyesi de bir anda aklıma geliverip bir de üstüne üstlük üstünde de "bestseller" yazısını görünce tereddütde bulunmadan hemen satın aldım.(Bu tip konularda çok safdirik olabiliyorum.)
Kitap hakkında hiçbir bilgim yoktu yani konusu nedir ne değildir... Kapağını açıp da kitabı okumaya başladığım zaman ilk kısımın başlığı HARAÇLAR olarak adlandırılmış. Yazar en başta bir takım ipuçları veriyor aslında. Katniss'in kalbine çok yakın bir karakter oldugundan ve bu kitabı yazarken etkilendiği etkenlerden bir sayfada kısaca bahsediyor. Çokça izlemiş olduğu Romalıların vakti zamanında idamları sosyal bir eğlenceye dönüştürme kabiliyetlerini dramatize eden gladyatör filmleri, çocukluğunda askeri uzman olan babasının onları tatillerde götürdüğü savaş alanları ve lise yıllarında bir kılıç dövüşü kumpanyasıyla çıktığı turnenin onda bıraktıgı izlerden söz ediyor.
Kitaba bu ön bilgilerle başlarken nedense geçmiş bir zamanda (ortadünya gibi bir yerde) geçiyordur diye düşünmüştüm fakat kitaba başladığım zaman fikrim tamamiyle değişti. Bu seferde illa da birşeylere benzetecek, bir zaman dilimine yerleştirmeye şartlanmış beynim sayesinde Mad Max (Çılgın Max) filmindeki gibi bir atmosfer düşünüverdim. Bir de bir türlü ismini hatırlayamadığım ve ortaokul zamanlarımdayken izlediğim bir filmi hatırladım ama televizyonda bir kere izlemiştim bir daha da gösterildiğini hiç görmediğim bir film aklıma gelivermişti. Alakasız olacak ama filmdeki konu şöyleydi: Geleceğin o pis ve kokuşmuş dünyasında herkesin susuz ama bol bol pisliğe sahip oldugu, zenginin çok zengin fakirin ise çok fakir oldugu bir zamanda bu zengin insanlar kendilerine eğlence olarak sokaklarda yaşayan fakir insanlardan genç olanlarından topluyorlardı diye hatırlıyorum. Belki de suç işlemiş olanlarında seçiyorlardır. Net hatırlamıyorum. Herneyse bu topladıkları elleri yüzleri kir içindeki dağınık saçlı aç ve yabani insanları bir sete topluyorlar. Bu seti öyle dizayn etmişler ki bildiğiniz savaş meydanı olacak şekilde ama bir sokak görünümünde. Gerisini anlamışsınızdır sanırım. Hayatta kalmayı başarana özgürlüğünü geri veriyorlar ama tabi hayatta kalabilirlerse... Zengin insanlar da bu görsel şovu her gece bir eğlence olarak izliyorlar. İşte kitabı da okumaya başlayıp da belli bir yere geldiğimde bunları düşünmeye başlamıştım ki eğer bu tip filmler hoşunuza gidiyorsa kitap da ilginizi çekebilecektir diye düşünüyorum. Yeri gelmişken söylemek isterim ki Mad Max serisini denk geldikçe hala oturup izlerim. Çünkü sonumuz öyle olacak. Çok az bir zaman sonra...
Velhasıl öyleydi böyleydi derken olayların heyecanı ve yazarın sizi yormayan anlatımı ile yazın deniz kenarına gidip de kitabı elimden bırakamadığım için güneş battıktan sonra "aaa deniz" diyip aklımda Katniss ve devamında onu nelerin beklediği ile ilgili tahminlerimle 2-3 gün geçirdim. Kitap bittiğinde ise çıldırmak üzereydim. Yazarın bu kadar gıcık olabileceğini tahmin edemezdim. Bunu nasıl yapar dedim durdum. Birinci kitabı öyle bir yerde bitirmişti ki çıldırmamak elde değildi. Özellikle de benim durumumda birisi için kaçınılmazdı. Şehir merkezine uzaklığımı geçin büyük bir şehirde değildim. Hatta şehir bile değil kasaba yakınlarındaydım. Orada birinci kitabı tesadüfen bulmuşum ki bir tane kalmıştı kitabın ağzı burnu kaymış hafif ıslanmış durumdaydı ama yine de almıştım. Bir de şimdi oraya gidip adama desem bunun ikinci kitabı var mı? diye muhtemelen yok diyecekti. Ama dayanamadım. Gece atladım arabaya gittim ve tahmin ettiğim sonuç: adamda ikinci kitabı yoktu. Resmen öylece kalakalmıştım. Tabii merakımdan kudura kudura bir iki gün geçirdim. Bu aralarda okuduğum başka kitaplar olduğu için ikinci kitabı almayı erteliyorum. Çünkü eminim sevgili yazar Suzanne Collins aynı gıcıklığını ikinci kitabın da sonunda yapacaktır düşücesiyle üçüncü kitabın da raflarda yerini almasını bekleyerek gün sayıyorum.
Katniss gibi olabilmek de isterdim demeden edemiyeceğim. = )

HURT

Bir şekilde albümlerinin edinilmesi ve tüm şarkılarının dinlenilmesi gerek diyorum. Başka da söze gerek yok bence aslında. Bir de bu adamlar ne tür müzik yapar, nasıldır ki derseniz öncelikle ruh halinizi kontrol edin bir. Çünkü enerjiniz şarkı bittiği zaman dibe doğru gitmiş olacaktır. Sonra da hazır olduğunuzu düşündüğünüz zaman yan taraftaki minik play - oynat simgesi bulunan tuşa basın.


EEE? Nasıl?






.

Yolda




Mezarlık kitabım bitince gözüm dönmüş şekilde kitap kitap diye dolanıp duruyordum. Aksi gibi de ailecek yazlığa gidilmiş ve site yerleşim birimine arabasız gidilmeyecek uzaklıkta. Ne yapsam ne yapsam diye düşünürken kardeşimin arkadaşlarıyla vakit geçirmek için şehir merkezine gittiklerini duyunca hemen onu aradım. Tabi hangi kitabı almamı istersin diyince bir an için durdum. İşte bunu düşünmemiştim. O an aklımdaki tek şey ya kardeşimin tercihine bırakacagım o da kitapçıya bırakacak ve bana bu işte son popüler olanlardan mantığı ile beni okumaktan soğutabilecek bir kitap verecekti. Ama bir anda aklıma Buket Uzuner ismi geldi. Dedim "onun bir kitabı olsun ama..." ve okuduğum kitapları sıralamaya başladım ki hani bunlardan olmasın demek için. Ama kardeşimin ses tonundan anladım ki kafasını karıştırmıştım. Ve nihayet aklıma yazarın son kitabı olan Yolda geliverdi.
Akşam kardeşim geldiğinde hala kitap kitap diye sayıklamam geçmemişti. Böyle bir ruh halindeyken 160 sayfalık kitap şimdiden benim için üzücü bir sebepti. Ve şimdiden bu kitap da bitince ne yapacağım telaşı sarmıştı bile. O yüzden akşam sadece kitaba şöyle bir göz atmakla yetinmem gerektiğine karar verdim.



Kitap yedi kısa öyküden oluşuyor. Yedi farklı ülke/şehir ve yedi yolculuk öyküsü. Yolculuklarımız sırasında yolculuk boyunca yan yana, karşı karşıya oturduğumuz yabancılarla olan diyaloglar ve ilginç hikayeler. Ah dedim. Her zaman gezmek dolaşmak isterim ama şu ev delisi parçam yüzünden de kendimi hep eve kapatmam sanırım en büyük bahanem. Ben de Buket Uzuner sayesinde oturduğum yerden onun bakış açısı ve ağzından yedi farklı hikaye dinlerken yedi farklı ülke hakkında da az çok kişisel sayılabilecek bilgilere sahip oldum. Buradaki önemli olan yazarın anlatımı yani oldum olası Buket Uzuner'in kitaplarını sevmişimdir. Hayal kırıklığı yaşadığım bir kitabı olmadı. Ve her zaman etkilenmişimdir. ( Özellikle de Uzun Beyaz Bulut Gelibolu kitabının yeri benim için çok ayrıdır.) Eh haliyle bu kitabından da pek bir memnun halde bitirmiş olarak yüzümde bir gülümseme ile kitaplığa kaldırdım. Hatta bir de üstüne üstlük deli gibi kitap okuma isteğime Buket Uzuner'e bir şekilde birşeyler yazmalıyım hevesi eklenmişti. Tabiki de o dönem internet bağlantım olmadığı için oturduğum yerde öyle bir kurtlarım döktüm sessizce. Sanırım bu hevesimin sebebi sanki oturmuş bütün kitabı sadece bana yazmış gibi bir hissiyata kapılmama neden olan anlatımı yüzündendi. Yada tamamen benim uydurmam. Ama sonuç olarak Buket Hanıma olan okur sevgim daha çok artmıştı. İlk imza gününe gidişim tamamen raslantısal olmuştu fakat ikincisine hazırlıklı gitmek niyetinde olduğumu söyleyebilecek kadar olayı kendimce abartmış durumdayım. Hayatımda bir ilk bunu da itiraf etmek istiyorum.
Kitaba geri dönersem ki söylemek istediğim bir iki şey var. Daha önceki gezi kitaplarından birisinde olduğu gibi yine içinde konularla ilgili minik akılda kalıcı ve o ülkeyi simgeleyen resimler, objelerin çizimleri bulunmakta. Ve her öykünün sonunda da o ülkeye özel bir yemek tarifi. Evet yemek tarifleri var içinde. Sanırım eğlenceli bir ruh haliyle kitap yazmak böyle güzel sonuçlara varmanıza yardımcı oluyor diye düşünüyorum. Yemek tariflerinden birisini zaten kardeşimin menüsünde olup sevdiği bir çorbaydı. Diğerleri hakkında bilgim yok ve henüz hiçbirini yapmaya kalkışmadım ama o bildiğim tarif doğrultusunda diyebilirim ki bence diğer yemekler de gayet güzeldirler.
Ama kitap konusunda bir hayal kırıklığım var. Yani kitabı ilk gördüğümde böyle bir beklentim yoktu ama kitabı okuyup bitirdikden sonra keşke şöyle olsaymış dedim. Ama bu konu daha çok yayınevi ile ilgili. Muhtemelen yazarla da. Yani yazarın daha önceden okumuş olduğum bir gezi kitabının tasarımı cidden çok hoşuma gitmişti. Tam anlamıyla bir gezi not defteri havası verilmiş ve sanki kendi kişisel defterinize yapıştırdığınız minik resimler gibi eklemeler vardı. Evet bu kitap da minik resimler var ama defter havasında değildi işte.



Buket Uzuner'in Remzi Kitabevi'nden birinci basımı nisan 2000'de çıkan kitabı New York Seyir Defteri. Bu kitabın dizaynını oldum olası sevmişimdir. Yani bir gezi kitabı için uygun olabilecek en güzel tasarım olarak görmüşümdür. O yüzden de belki de Yolda isimli güzel kitabı için de keşke o da böyle bir tasarımla basılsaymış demeden edemedim.



Evet bir kitap değil iki kitaptan bahsetmek üzereyim. Hissediyorum az kaldı ve kendime hakim olamadım. Umarım ondan da bundan da derken kopuk kopuk ve karmakarışık bir şekilde anlatmamışımdır diyeceğim ama içimden bir ses çok geç diyor. =)

Mezarlık Kitabı




Neil Gaiman'ın son kitabı Mezarlık Kitabıyla tanıştırayım sizi. Belki de çoktan tanıştınız. Haziran ayında kitapçıya bu kitabı almak için gittiğim zaman diğer iki kitabı da nihayet satın alabilmiştim. Böylece yeni kitabı daha okumadan sevmiştim. Hemen orada kitabın içine baktığım da ise ikinci bir sevme sebebimle karşılaştım. Bu yazarımız bu kitabında da diğer kitaplarında olduğu gibi Dave McKean ile çalışmıştı. Kapak ve içindeki çizimler Dave McKean imzasını taşıyor. Eh böyle olunca kitaba olan ilgim, hemen okuma hevesim ve daha okumadan başlayan sevgim gittikçe artıyordu. Burada kitap eleştirisi yapmıyorum yada o konumda olan birisi değilim, sadece okuduğum kitaplardan konuşmak istediğim için burada bu kitaplar hakkında görüşlerimi belirtiyorum. Ve Neil Gaiman'ın şu zamana kadar okuduğum kitaplardan hiçbirinde hayal kırıklığı yaşamadığımı biliyorum. Özellikle benim için Amerikan Tanrıları isimli kitabı yanımdan ayırmayıp durmadan okunulası bir kitap niteliğindedir. Belki de bunların da etkisiyle Mezarlık Kitabını ne kadar kendime engel olmaya çalışsam da üç günde bitirdim. Bu benim için biraz yediğiniz yemeği çiğnemeden yutmak gibiydi. Kitabı bitirdiğim de ise keşke biraz daha olsaydı dedim. Hatta bu buruklukla ertesi gün kardeşimden gelirken bana kitap almasını istedim. Benim yaptığımı yapmayın. Kitabın resmen tadını uzun süre hissedemeden üstüne başka kitap... Neyse.

Karanlıkta bir el
bir bıçak tutuyordu.


Kitap sisli bir gecede başlıyor. Ve kitabın baş karakteri Nobody Owens'ın ilginç hayatının anlatamıyla devam ediyor. Yazar her zaman kelime oyunlarını sevmiştir. Özellikle Sandman serisinde karakterlerinin isimleriyle bunu her zaman göstermiştir. Kimsenin sahip olmadığı bu çocuk mezarlık ahalisinin onu kabullenmesi ve koruyucusu sayesinde mezarlıkda yaşamaya başlar. Tahmin ettiğiniz üzere bu pek de normal bir yaşam olmayacaktır. Yazarın hayal dünyası bu anormallikleri her zamanki gibi çekici kılıyor. Özellikle de karakterlerden bazılarının kişiliklerine imrendiğimi fark ettim. Sandman ve Amerikan Tanrılarında olduğu gibi...



Karakterin kitapta genellikle ismi kısaltılmış haliyle Bod olarak geçiyor. Bod'un bebekliğinden genç bir birey oluncaya kadar yaşadığı duygularını, meraklarını, masumane bir biçimde arkadaş edinme çabasını, keşiflerini, küçük çaplı huysuzluklarını, yaramazlıklarını, kısacası büyümesini zihnim yorulmadan okudum. Bir çocuğun yaşayabileceği en son yer bir mezarlıktır diye düşünülebilir fakat bu kitapta hiç de öyle değil. Hatta bence durum imrenilecek konumda.
"Boşluk ol, toz ol, rüya ol, rüzgar ol
Gece ol, karanlık ol, dilek ol, akıl ol
Şimdi görünmeksizin kay, süzül, kımılda,
Yukarıda, aşağıda, ortada, arada."
Neil Gaiman öyle olayları çok karıştırıp sonra da açmak gibi hevesleri, okuyucuya binbir türlü oyunlar oynamayı seven bir yazar değil. Minik süprizler, kelime oyunları ve daha çok mitolojik karakterleri şimdiki dünyada yaşayan karakterle bir şekilde yollarını kesiştirmeyi seviyor. Belki de kitaplarında hoşuma giden budur. Orta dünya yada ne bileyim başka bir eski zamanlardan kalma dünyada değil de içinde bulunduğumuz yada yakın geçmişte yaşanıyor olmasıdır. Sonuç olarak o klasik fantastik kurgu kitaplarından olarak görmüyorum. Ne karakterlerin mücadelesinde ne de olayların geçtiği zamanda...
Kitabı bitirdiğim zaman belki de devamı başka bir kitapla gelir diye ümitlendim açıkçası.




"Uyu benim küçük yavrum
Uyanana kadar uyu
Büyüdüğünde göreceksin bütün dünyayı
Şayet yanılmıyorsam tabii.

Bir sevgiliyi öp,
Biraz dans et,
Keşfet ismini
Ve gömülü hazineyi.

Yüzleş hayatınla
Acılarıyla, mutluluklarıyla,
Gidilmedik yol bırakma geriye."

Coraline




Ve ikinci kitap Coraline yada diğer basımdaki ismi ile Koralin. Bu konularda iki farklı basımı da alacak kadar aç gözlü olduğumu biliyorum. Kendime engel olamadım. Kitabı bir günde bitirmeme engel olamadığım gibi... Otobüs yolculuğu sırasında kitabın sonunu görmeden rahat edemiyeceğimi anlamam ya benim kişiliğimden kaynaklanıyordu yada kitabın sürükleyici gücünden. Belki de ikisi birden vardı.
Kitabın kapaklarına bakınca çocuklar için yazılmış bir kitap gibi durduğu doğru. Ama çocuklar için bir derece korkutucu olabilecek bir konusunu olduğunu düşünüyorum. Gerçi Yüzüklerin Efendisini izlemek için kurulduğumda henüz o dönemler okula başlamamış kuzenime izlemek istediğinden emin misin korkarsın bak yaratıklar var dediğimde aldığım cevap onların gerçek olmadığını bildiği için onu korkutamıyacakları olmuştu. O yüzdendir ki yeni nesil çocuklarının bu kitaptan pek korkacaklarını sanmıyorum. Ama yine de beni dehşete düşüren bölümleri olduğunu itiraf ediyorum. Özellikle de gözlerinin yerine iki düğme olan ve marketten kese kağıdı dolusu böcek alıp gelip çerez niyetine yiyen bir anne.



Coraline ailesi ile minik bir kasabaya taşınırlar. Taşındıkları binada üst katta yaşlı bir adam fareleri ile birlikte yaşamakta ve alt katta da zamanında gösteri dünyasının renkli ışıklarında yaşamış iki yaşlı kadın yaşamaktadır. Coraline çoğu zaman kendini yalnız hissetmektedir çünkü annesi de babası da kendi işleri ile meşguldürler. O da etrafı keşfe çıktığı zamanlarda komşularını ziyaret eder, evin etrafında sisden dolayı evin görüş açısından çıkmayacak şekilde gezintilere çıkıyordu. Tabi bu da ona yetmedi ve evin içinde kullanmadıkları salonda kilitli bir kapı keşfetti. Ve sonrası da tahmin edeceğiniz üzere anahtarın bulunmasıdır.



Kitabı okurken benim kabusum olan aynalarla bir bağlantı kurdum nedense. Hayatımızın normal akışında ilerleyen görünümü ve karanlıkta kalan hep korkularımızın barındığı soluk tarafı. Aynanın arkasından durup beni izleyen yansımamın ben olmak için birgün eline geçen ilk fırsatta beni ayna arkasına mahkum edip kendisinin gerçekliğime geçip herşeyi alt üst etmesini izlemek zorunda kalma fikri de benim korku senaryom. Sanırım aklımı yitirmediğim sürece bu gerçekleşmeyecek. Kitapta da Coraline yaşadıklarına teslim olmayıp öteki annenin isteklerine boyun eğmiyor ve kendi dünyasına gerçekliğine dönebiliyor. Film Türkiyede gösterildi mi bilmiyorum. Açıkçası araştırmadım da. Çünkü ne zaman okuduğum bir kitabın filmine gitsem hayal kırıklığı yaşıyorum. Adı üstünde yazarın tarifleri ile benim hayal dünyam birleşiyor. Başkasının hayal dünyası ile de çakışınca kırılıyor işte. Coraline'nın dünyasının benim hayalimdeki gibi kalmasını tercih ederek size kitabı okumanızı tavsiye edebilirim çünkü çok az vaktinizi alacak ve sade diliyle kafanızı yormayacak sadece hayal dünyanızda kıpırdanmaya sebep olabilecek diye düşünüyorum.

Sandman / Kısa Yaşamlar



Yazın okuduğum bu ilk kitap yada graphic novel denilen Sandman serisinin Türkiyedeki son sayısı Kısa Yaşamlar. Yaklaşık olarak 5 yıldır sanırım Neil Gaiman'ın yazdığı tüm kitapları severek okuduğumu biliyorum ki Sandman serisini oldum olası severim. Haliyle bu sayıyı da sevdim.









Kitap, biz normal insanların dünyasında hiçbir zaman fark etmediğimiz ama "onlar"la iç içe yaşadığımızı bize hatırlatıyor. "Onlar"dan kastım Endless Family (Sonsuzların) bireyleri. Bu 7 kardeşi yazar şöyle isimlendirmiş: Death, Dream, Delerium, Desire, Despair, Destiny, Destruction.



Aslında daha önceki iki blogumda Sandman kitaplarından alıntılar eklemiştim. Alıntıları buradan ve buradan okuyabilirsiniz.
Kitapta en cok sevdiğim bir karakter şudur diyemem. Ama tabiki de 7 kardeş içinden en cok kendimi Delerium-Hezeyan ile benzer buldum. Buna rağmen de en çok Death-Ölüm gibi bir karakterim olsun isterdim. Ve ayrıca Dream-Düş gibi bir arkadaşım. Hezeyan renkli saçı, darmadağan ve salaş giysileri ile dengesiz cümleleri isminin yeterliliğini sağlıyor. Ailenin de en küçük kardeşi olması nedeniyle olsa gerek etrafta her zaman amaçsızca dolaşıyormuş gibi bir havası vardır. Ama bu kitapda bir amacı var. Arada unutsa ve hedefini hatırlamak için yanına abisi Düşü de alsa onun için bu bir tür gezidir. Ölüm ise küçük kız kardeşinin aksine tamamiyle siyah giyinmekde ve boynunda her zaman sonsuzluk anahtarını taşımaktadır. Düş ve Ölüm tarz olarak 80lerin punkçıları gibidirler. Saçlarından ayakkabılarına kadar.



Şu zamana kadar ki kitaplardan gördüğüme göre Düş'ün hiçbir zaman mutlu ve uzun süreli bir ilişkisi olmadı. Ama az çok konusu geçse de diğer kardeşlerin hiçbirinin ilişkilerinden söz bile edilmemiş. Hatta bu kitabda Düş bir aşk yarası ile giriş yapar ve yolculuğu sırasında eski sevgililerinden birisi olan Bastet'i de ziyaret etmektedir.



Daha çok aile içi konuşmalara ve birbirlerini eleştirilerine tanık oluyoruz. Kardeşlerden kimisi acılarımız ile beslenirken kimileri de hırslarımız, arzularımdan enerji alıyor. Buna rağmen ölüm ve kader hiç görevlerini aksatmadan düzenlerine devam ediyorlar diye düşünüyorum. Tabiki de bunlar kendi düşüncelerim. Kitabı okuyan bir başkası çok farklı konulara değinecektir eminim. Ama şimdi kendimi kaybedip kitabı anlatmakdan korktuğum için böylesine bir saçmalamaya giriştim işte. Umarım sıkılmamışsınızdır. Yaz boyunca okuduğum kitaplar hakkında biraz konuşmak istedim. Belki ilginizi çeker düşüncesiyle... =)

love can...




love can make me silly
love can make me lazy
love can make me blindly
love can make me boundary
love can make me unhappily
love can make me bla bla bla...






artwork by THZ